20. Sayı
DiÄŸer
Sürekli bir ÅŸeylere yetiÅŸmek için koÅŸtururken zamanımın hangi yöne aktığını, nereye gittiÄŸimi bilmiyor, düÅŸüncelerin ağırlığı altında eziliyorum. Tam da böyle günlerde fotoÄŸraf makinemi alıp sokaÄŸa atıyorum kendimi. Rotam bazen kendiliÄŸinden oluÅŸuyor, bazen de kayboluÅŸlarda buluyorum gideceÄŸim yeri. ÖÄŸleden sonra 3 kasveti, ne yemek vakti, ne uyku, ne gün batımı, ne de eve ekmek götüren ayak sesleri.
Mecidiyeköy Antikacılar Çarşısı’nın önünde buluyorum kendimi. O tarifsiz koku, hayır sürüklemek deÄŸil, ÅŸefkatle elimden tutup içeri çekiyor beni. AhÅŸap çerçeveli cam vitrinler, köstekli saatler, billurlar, ÅŸamdanlar, sedef iÅŸlemeli koltuklar... O dönemlerde teknolojinin, olanakların yetersizliÄŸine karşın ortaya çıkan sanat eserlerinin muazzamlığını düÅŸünürken bir ses geliyor: "Gel bak burada iki ayaklı bir antika var, fotoÄŸrafını çek!"
Elinde çay tepsisi, 47 numaralı dükkânı iÅŸaret ediyor abi. Ä°çeri bakıyorum, gerçekten de giyimiyle, duruÅŸuyla, antikalarla bütünleÅŸmiÅŸ dükkân sahibi. Ä°çeri davet ediyor, en nadide eserleri anlatıyor ÅŸevkle. Ä°ki de çay söylüyor bize. Zamanda akıyorum âdeta, kokudan bahsetmiyorum bile. Kasvet dağılıyor, kapılar birer birer kapanıyor, eh bana da müsaade.