Sürekli bir şeylere yetişmek için koştururken zamanımın hangi yöne aktığını, nereye gittiğimi bilmiyor, düşüncelerin ağırlığı altında eziliyorum. Tam da böyle günlerde fotoğraf makinemi alıp sokağa atıyorum kendimi. Rotam bazen kendiliğinden oluşuyor, bazen de kayboluşlarda buluyorum gideceğim yeri. Öğleden sonra 3 kasveti, ne yemek vakti, ne uyku, ne gün batımı, ne de eve ekmek götüren ayak sesleri.

Mecidiyeköy Antikacılar Çarşısı’nın önünde buluyorum kendimi. O tarifsiz koku, hayır sürüklemek değil, şefkatle elimden tutup içeri çekiyor beni. Ahşap çerçeveli cam vitrinler, köstekli saatler, billurlar, şamdanlar, sedef işlemeli koltuklar... O dönemlerde teknolojinin, olanakların yetersizliğine karşın ortaya çıkan sanat eserlerinin muazzamlığını düşünürken bir ses geliyor: "Gel bak burada iki ayaklı bir antika var, fotoğrafını çek!"

Elinde çay tepsisi, 47 numaralı dükkânı işaret ediyor abi. İçeri bakıyorum, gerçekten de giyimiyle, duruşuyla, antikalarla bütünleşmiş dükkân sahibi. İçeri davet ediyor, en nadide eserleri anlatıyor şevkle. İki de çay söylüyor bize. Zamanda akıyorum âdeta, kokudan bahsetmiyorum bile. Kasvet dağılıyor, kapılar birer birer kapanıyor, eh bana da müsaade.