Donmuş dalına ağaçların, konacak kuşların kalmadığı günlerdi
Zaman, yıllar öncesinden sonraya ayarlanmıştı
Birinin geciktiğine, öteki koşar adım varırdı
Ve insan, saatleri bağrında zamansız taşırdı
Mekanlar belirsizleştikçe acılar tarumar olurdu
Karla kaplı bozkırın her bir zerresi yeni bir doğuma gebe,
yeşile kavuşma hasretindeydi.
Uçsuz bucaksız tarlanın ortasındaki telefon direği,
kavuşamayan ellerin habercisiydi
Sahi, telgrafın tellerine kuşlar mı konardı?
Trenler, gitmelerin altını çift çizgiyle çizerdi usul usul*
Eşiklerde beklerdi her kadın ve her çocuk,
istasyonlarda büyürken sessizlik
Hayal perdelerini ansızın delip yırtmanın anlamsızlığı,
anlamsızlığın dehlizlerindeki anlam yığını,
yürekleri sağır eden bir sirenle evlerin kaderi oluverirdi
Trenin her hareketinde yeni bir hikayenin adı konardı
Yolların ve yılların sabun köpüğü edası,
her hikayenin ortak paydasıydı
Yolcular bilirdi; tüm hikayeler bitmek için başlardı.
Pencerelerde Mecnun’un iniltileri duyulurdu,
Yusuf’un kuyusunda genç kızlardan kalma bıçaklar...
Mesela derdi oradan biri; burada mı Hacer’in çırpınışı?
Göç eden kuşlar kanatlarında hangi yaşlı güzün duasını taşırdı?
Düşen her bir kar tanesi kimin âmini?
İstasyonlarda yüklendiğimiz veda kahırları sığar mı bir kompartımana?
Pişman olanların inebileceği son durağı da geçtik
Artık tamamlanmamış her hikayenin çağrısıdır bu tren
kara ve ağır,
sessiz ve yalnız…
Vedalar en çok trenlere yakışır
Ve gitmeler anlamını en çok bir trenin daracık koridorunda bulur
Güneşe perde çekildi, artık son mendilden haber yok
Maviliklerin her yanı kucakladığı bir günde konuştu insan;
Gitmeler kalmalar,
Çıkılmayan yolculuklar,
Gidilmeyen yollar,
Varılmayan duraklar,
İnsansız istasyonlar,
Telgraf direklerinin olmayan kuşları
ve dahası en çok insanda acı.