7. Sayı
Filmsever
Distopik eserlere karşı bakış açınız nedir?
Yaşanılan dönemin siyasal, teknolojik, sosyal vb. alanlardaki durumundan hareketle geliştirilmiş, geleceğe yönelik kurgulardan oluşan eserlerdir distopik eserler. Modern toplumu bekleyen olumsuz geleceği anlatırlar. Her ne kadar olumsuzluklarla dolu olsa da distopyalar, birçok eserin konusu olmuştur. Bu eserlerin başında roman türünde ilk akla gelenler 1984, Cesur Yeni Dünya, Fahrenheit 451… Filmlerden ise V for Vandetta, Blade Runner…
Bunlardan bir diğeri ise bu yazının konusu olan The Handmaid’s Tale dizisidir. Dizi, 1984 yılında Margered Atwood tarafından yazılan romandan ekrana uyarlanmıştır. Konusu Amerika’da art arda yapılan kanunlar sonucunda Gilead hükümetinin kurduğu baskıcı, tekdüze, dine dayalı bir toplum yapısını ele almaktadır. Modern bir toplumda olmasına ihtimal verilmeyecek büyük bir değişim gerçekleşir. Değişim önce kadınlar üzerinden başlar. Çalışan, üreten, ilişki kuran ve yaşayan, hayatın her yerinde var olan kadın, kırmızı elbiseli beyaz başlıklı bir kadına dönüşür. Başındaki beyaz başlık manidardır. Çünkü bu başlıktan çevresini göremez, sadece önüne bakmak zorundadır. Ona çizilen yoldan yürüyerek… Sadece kırmızı elbiseli kadınlar değil yeşil ve gri renkli kadınlar da vardır bu dünyada. Yeşil renkliler üst düzey görevlerde bulunan erkeklerin eşleri, gri renkliler (Mart-ha) ise hizmet eden kişilerdir. Hepsinin ortak noktası erkek egemenliği altında itaatkâr bir eş, bir hizmetkâr, bir damızlık olarak yaşamaktır. Bu durum sizlere bir yerlerden tanıdık geliyor mu?
Toplumda belli bir konuşma yapısı hâkimdir. Herkes havadan sudan konuşur ancak kimse halinden şikâyet etmez ya da yönetimle ilgili bir olumsuz bir eleştiride bulunamaz. Kadınların kitap okumasının hatta kalem tutmasının dahi yasak olduğu bir toplumdan ne beklenir ki? Ancak kelimelere hükmedebilen hükümet zihinlerin içine kadar girememiştir henüz. Bize distopya gelen bu dünya onlar için artık sıradanlaşmıştır. Sahi bize sıradan gelen durumlarda acaba başkalarının distopyası olabilir mi?
Acaba Filistin’de bombaların gökyüzünü aydınlatıp yaşamları yaktığı, annelerin ellerinden alınıp hapse atılan çocukların yaşadığı bir hayat distopya olabilir mi? Ya da düşüncesini, inancını gizlemek zorunda kalan bir insanın yaşamı? Annesinin sırtında iken Boko Haram’a mensup olmakla suçlanıp oracıkta katledilen bebeğin yaşamı…? Veyahut günde kaç ton gıdanın çöpe atıldığı hesaplanamayan bir dünyada açlıktan ölen insanların yaşamı distopyaya benzetilebilir mi?
Şüphesiz Margered Atwood tıpkı bizim gibi yaşadığı dünyayla distopyalar arasında bir ilişki kurmuş ki bu romanı yazmış. Yazar, romanını 1984 yılında Doğu Berlin’de yazmış. İşte şimdi kurgunun gerçekliğine adım atıyoruz. Yazar, bir röportajda romanı hakkında şunları söylüyor:
“Sovyet İmparatorluğu hala çok güçlüydü ve daha beş yıl sonra çökecekmiş gibi hiç görünmüyordu. Her pazar Doğu Alman Hava Kuvvetleri sonik patlamalarla bize ne kadar yakın olduklarını hatırlatıyordu. Demir Perde ülkelerine yaptığım ziyaretlerde sürekli ihtiyatlı olmanın, gözetleme duygusunun, konuşurken dolaylı anlatımlarla anlaşabilmenin ne demek olduğunu anladım ve tüm bunlar romanımı etkiledi.”
Bu sözler aslında bu dünya üzerinde distopya ülkelerinin varlığına ışık tutmaktadır. Hayretle, kızarak, ‘Olur mu böyle şey?’ diyerek çıldırarak izlediğimiz/okuduğumuz bu romanlar, filmler aslında gerçek hayattan alınan parçalardan oluşturulmuş bütünler. Ve bunların hepsinin bir araya geldiğinde bizi nasıl dehşete düşürdüğünü görüyoruz. Ama parça parça dünyanın dört bir yanına yayıldığında ise sıradanlaşmış bir takım olaylar haline dönüşüyor.
Ey dünya, zannımca döne döne aklın bulandı ki ütopyaya ulaşayım derken distopyaya doğru yuvarlanıp gidiyorsun. Allah selâmet versin dünya.