2. Sayı
Diğer
Her şey ramazanın ilk günü başlardı. Bir heyecan kaplardı içimizi. İşte o heyecan ve gece sahura kaldırılmayacağımız korkusuyla doğru dürüst uyuyamadığımız o ilk gece. Sonra oruç tutup büyüdüğümüzü ispatlama hevesiyle devam ederdi bütün ay. Bazı günler yarım gün tuttururlardı, çocukların orucu böyle olur diye. Her anında başka bir heyecan gizliydi. Hatta bir akşam annem iftarda “Bu gece dağa çıkacağız.” demişti. “Biz de gelelim, biz de gelelim” diye tutturmuştuk fakat annem olmaz siz küçüksünüz diyerek kabul etmemişti. Sonra konu değişmiş ama benim aklım gece çıkılacak olan dağda kalmıştı. Neredeydi bu dağ? Nasıl gideceklerdi? Ne zaman geleceklerdi? Ya onlar yokken bize bir şey olursa o zaman ne olacaktı? Yok bu gece uyumamalıydım. Zaten bu düşüncelerle epey uyuyamadım. Sonra tabii ki daha fazla dayanamayıp daldım uykuya. Sabah kalktığımda herkes evdeydi. Peki ya dağ? Gitmediler mi? Hemen koşup anneme sordum. Meğer Ramazanın tam ortasındaki geceye, artık yarıladık gerisi daha kolay daha hızlı geçer manasında, dağa çıkıyoruz derlermiş.
Gecesi sahurla aydınlanan ayların en güzelinin gündüzleri de iftara hazırlık telaşıyla geçerdi. Bir de annemin her gün gittiği mukabele vardı. Kimdi bu mukabele; yoksa mahalleye yeni bir teyze mi taşınmıştı? Büyüdükçe öğrendik ki mukabele kadınların bir araya toplanıp her gün bir cüz okuyarak Kur’an-ı Kerim’i hatmetmesiymiş.
Akşama doğru sadece ramazanlara has üretilen pideleri sıcak ve taze yiyebilmek için fırınların önünde oluşan pide kuyrukları olurdu. Ezan sesini beklediğimiz heyecanlı dakikalar, televizyondaki tok sesli amcayla güzel görüntüler eşliğinde ettiğimiz iftar duasıyla biterdi. Ardından tabağa değen kaşık çatal sesleri ve bardaklara doldurulan içeceklerin şırıltısıyla birlikte bütün gün aç kalmanın verdiği his, her bir lokmanın tadının ağızda muhteşem bir lezzete dönüşmesine sebep olurdu. Yemeği yapana “eline sağlık” cümleleriyle sunulan teşekkürlere ve annelerin gözünde beliren ve bütün günün yorgunluğuna değen o takdir cümlesinin sebep olduğu tatmin ve huzur duygusuna paha biçilemezdi. Tabii ki asıl şükür nimetlerin asıl Sahibine gönderilirdi, yemeğin sonunda içten bir “Elhamdülillah” diyerek.
İftardan sonra aceleyle içilen çayların ardından teravih namazına yetişmek için bir hareketlilik başlardı bu kez de.
Ramazan sadece bir ay değildi, senede bir defa gelen, gelmesi özlemle beklenen, geldiğinde baş tacı edilen, büyük küçük herkesi memnun eden, öyle özel öyle güzel bir ay ve zamanın en kıymetli dilimiydi. Giderken de bir gelin gibi özenle en güzel şekilde uğurlanırdı. Birkaç gün öncesinden başlardı hazırlıklar. Vitrinlerin içi boşaltılıp tek tek silinirdi neredeyse hiç kullanmadığımız fincanlar, tabaklar... Dip köşe bütün ev temizlenir, tozu alınırdı.
Kırmızı parlak ayakkabılar ve ponponlu beyaz çoraplardı bayram, çocukluğumuzda. Karpuz kollu beyaz puantiyeli kırmızı bir elbise... Komşulardan topladığımız cam şekerlerdi; en güzeli turuncu olan. Çikolata aldığımızda kendimizi şanslı hissettiğimiz evler olurdu. Yaşlı bir teyzeden duyduğumuz, anlamını o günlerde kavrayamadığımız “yılda bu vakitlere gelesin” cümlesi... Islatılarak öpülen yanaklarımızı elimizin tersiyle gizlice sildiğimiz bayramlar... Harçlıklarla gazoz alıp, leblebi tozuyla keyif yaptığımız günlerdi. Bazen de evdeki tatlıydı, gelen misafirlere yetecek mi diye endişe duyduğumuz, koca koca iki tepsi baklava olmasına rağmen. Bütün mahalleyi doyuracak ikramlar hazırlanırdı ve gelen çaysız ikramsız gönderilmezdi. Tatlı sohbetlerin konusu en çok da çocukların ne kadar çok büyüdüğüydü. İnsanların içindeki neşe dışına taşar adeta her yeri kaplardı.
Hayırlı Ramazanlar!