24. Sayı
Gezi Yazıları
Hayatta bazı anlar vardır, onları yaşarken o anları ölene dek hatırlayacağınızı bilirsiniz. O anın kokusu, melodisi, rengi hafızanıza tüm netliği ile kazınır. Paris’e ayak bastığım an, o anlardan biri idi. Eyfel tüm ihtişamıyla önümde, şehir kırık beyaz evleri ile sanki süslenmiş bir gelin, ağaçlar sonbahara hazırlık yapmakta, yapraklar dönüyor yeşilden sarıya, közde mısır kokuları etrafı sarmakta, sokak satıcılarının sesleri kulaklarımda… Sıcak havayı ciğerlerime çekiyorum. Paris kalbime dolmakta. Şehrin ara sokaklarında yürümeye başlıyorum. İlk işim lokal bir pastane bulmak oluyor. Dışı çıtır, taptaze, içi tereyağlı yumuşacık bir kruvasan arayışım Boulangerie du Champ de Mars’ta son buluyor. Şimdi şehri keşfe çıkma zamanı. Bosquet Caddesi boyunca yürüyorum. Arnavut kaldırımlı yollar, taş duvarlar, cam önlerinde birbirinden güzel kokulu sümbüller, erguvanlar… Seine Nehri kenarına doğru ilerliyorum. Bu büyülü nehre ilk bakış. Émile Zola’nın Thérèse Raquin kitabını lise son sınıfta okurken karşılaşmıştım Seine Nehri ile ilk kez. Bir gece vakti geçmiştim nehirden başkarakter ile birlikte. Şimdi kafamda geçmiş, yanımda mavilik, güneşin ışınlarını yutan hafif dalgalar… Nehir kenarında oturup bir bardak kırmızı şarap ile Fransız peynirini akşam yemeğim yapıyorum. Tabii Fransız bageti menünün vazgeçilmezi. Kaldırımlar insanlarla doluyor saat ilerledikçe. Akşam yemeğini orada oturup yiyenler, şarabını içenler, sigarasını tüttürenler, şarkı söyleyenler, paten kayanlar, dostlarıyla buluşup sohbet edenler… Hepimiz orada yan yanayız. Nehrin öbür yanında kalan Eyfel manzaramız. Gece çöktükçe şehre ışıltılar basıyor her yanı. Gelecek yeni güne hazırlık için otele dönüyorum. Şimdi dünyanın en çok turist alan şehrinde, dünyanın en çok ziyaret edilen tablosunu görmeye gideceğim. Mona Lisa’yı görmeye gidiyorum. Louvre Müzesi ihtişamı büyülüyor önce beni. Camdan piramidinin yansıyan güneş ışınlarında göz kamaştırıcı etkisi… Müzenin içinde önce Roma heykelleri karşılıyor beni. İlerledikçe İtalyan ressamların Rönesans tablolarına yaklaşıyorum. Ve işte orada, küçük bir odada, koca duvarın tam ortasında Mona Lisa. Başıyla selamlıyor sanki her geleni. Öyle kibar öyle sade. Belki biraz cılız bir sesle. Hoş geldiniz, diyor. Birkaç saniye, belki dakikalar böyle geçiyor. İnsanlar geliyor, insanlar gidiyor etrafından.
En sonunda bu önemli eseri görmüş olmanın verdiği mutluluğu cebime koyup, Da Vinci’yi, bu büyük ustayı selamlayıp müze gezime devam ediyorum. En az 4-5 saat sürüyor müzeyi gezmem. Eserlerin etkisinde, tarihi yanımda hissederek çıkıyorum dışarı. Ve fark ediyorum şehrin kendisi açık hava müzesi neredeyse. Tarihî yapısını yüzyıllarca korumayı bu denli iyi başarmış başka bir şehir henüz görmediğimi düşünüyorum. Champs-Élysées (Şanzelize) Caddesi boyunca batıya doğru yürüyorum. Triomphe Anıtı’na yaklaştığımda o meşhur kaotik kavşağa ulaşıyorum. Anıt, Fransız İhtilali’nde savaşan ve ölen insanların anısına inşa edilmiş. Duvarların üstünde ise generallerin ve zaferlerin adı kazılı. Altından geçen geçitle metroya binip Paris’in doğusuna doğru yol alıyorum. Victor Hugo’nun Sefiller’i yazdığı, ölümü kucakladığı, âşık olduğu eve varıyorum. Burası üç katlı, tahta merdivenli, minik bahçeli bir ev. Müze hâline getirilmiş bu evde Hugo’nun el yazmaları, not defterleri, piyanosu, yatağı, karısının portresi, porselen takımları ve kişisel eşyalarının çoğu bulunmakta. Onun adımlarını attığı yerlere basıyor ve onunla aynı şeyleri aynı yerde düşünmek mümkün mü diye soruyorum kendime. Belki günün birinde kitabımın son cümlesini bu evde yazacağım ve orada yazılmış son kitap bu olacak. Hayallerime ket vurmuyorum. Sefiller’i yazdığı evin zenginliği beni şaşırtsa da bu usta yazara olan sevgim ve saygım katbekat artarak evden ayrılıyorum. Evin hemen önündeki park -Paris’in en eski kare biçimli yerleşimi- Vosges Meydanı. Kalabalık bir grup çimlerin üzerinde uzanmış, çocuklar eski bir topun arkasından koşuyor, yaşlı bir çift, bankta oturmuş bulmaca çözüyor. Güneş hepsinin üzerinde ayrı ayrı parlıyor. Huzuru içime çekerek yola devam ediyorum. Paris’in en sevdiğim kısmındayım. Küçük dükkânların birinden çıkıp öbürüne giriyorum. Yüzyıllık modanın tamamına hâkim bir şapkacı, her damak zevkine uygun şarapların bulunduğu bir şarap dükkânı, geçmişi günümüze bağlayan bir ayakkabıcı, minik bir kafe. Lokal dükkânları tek tek gezerken dar sokaklar beni Paris’te yaşıyor hissettiriyor. Maison Passos’ta frambuazlı makaronumu yerken şehre veda ediyorum.