Pişmanlık ve Umut Arasındaki İnce Çizgi: “CAST AWAY”

Yazar

Hüseyin Çakır

29. Sayı

Filmsever

  Adada geçen bir film düşündüğümüzde aklımıza gelen sayılı birkaç filmden biridir “Cast Away”. Yönetmen Robert Zemeckis’in “Geleceğe Dönüş” ve “Forrest Gump” gibi klasikleşen filmler çektiği 2000 öncesi yıllardan hemen sonra yaptığı iyi olan birkaç filminden biridir Cast Away. Türkçe’ye “Yeni Hayat” diye çevrilen Cast Away’in başrolünde yer alan Tom Hanks 2001 yılında Altın Küre’yi kucaklıyor ama Oscar Ödülü’nü kıl payı kaçırıyor, cünkü o yılki rakibi “Gladiator” filmiyle Russell Crowe… Fakat kuşkusuz bu filmle Tom Hanks kariyerinin en iyi performanslarından birine imza atıyor diyebiliriz. Eğer filmi daha izlemediyseniz bu noktadan sonra söyleyeceklerimin spoiler içereceğini şimdiden haber vereyim.      

   Sanki bir Fedex reklamı izliyormuşuz hissiyatıyla başlayan film, hiç ummadığımız bir uçak kazası ile bambaşka bir noktaya taşınıyor ve Chuck’ın tamı tamına 4 yıl geçireceği ada hayatına tanıklık etmeye başlıyoruz. Filmin neredeyse büyük bir kısmında Chuck’ın dostu Wilson’ı saymazsak sadece Tom Hanks’in canlandırdığı Chuck karakterini izliyoruz ama kendi adıma söylersem bir dakika dahi sıkıldığımı hatırlamıyorum, çünkü biz de sanki Fiji’deki o ada’da bir taşın üstüne oturmuş ve Chuck’ın umudunu yitirmeden her gün yeni bir şey öğrendiği fakat artık çok zorlanmaya baslayınca intihar etmeye dahi kalkıştığı anlara şahit oluyoruz. Örneğin, kazada hayatını kaybeden pilot Albert’in kıyıya cesedi vurunca izlediğimiz sahneler ders çıkarılır cinstendi. Cesedi gördükten sonra ilk önce gözyaşlarına hakim olamayan Chuck daha sonra üstündeki eşyalarından işe yarar bir şey var mı diye göz atıyor ve ayakkabılara eli gidiyor ama bedeninin uymadığını görüyor fakat tam da bu noktada elimizdeki seyler sınırlı olduğunda yaratıcılığın nasıl sihirli bir şekilde ortaya çıktığına şahitlik ediyoruz ve Chuck o küçük ayakkabıların önlerini kesip bir terlik gibi giymeye başlıyor. Sonra Albert’a karşı yapması gereken son bir göreviymiş gibi onu belki bir daha kimsenin ziyaret edemeyeceği adaya gömüyor, taşa adını yazarak anısını yaşatmaya devam ediyor.

   Artık ada hayatına yavaş yavaş alışan Chuck, bir noktadan sonra yaşamayı seçiyor ve umudunu hep diri tutuyor, gün geliyor uzaklarda bir gemi görüp ulaşamayacağını bile bile hava aydınlanınca basit bir şişme botla yola çıkıyor ama o yolculuk da hüsranla sonuçlanıyor. Her bir saniyesinin hayati önem taşıdığı bir işte kargo şirketinde çalışırken kendini bir anda saatlerin dahi geçmek bilmediği bir adada bulan Chuck Noland’la beraber zamanın ve mekanın değerini anlıyoruz. İnsanın tek başına konuşacak kimsesi yokken belki de çıldırmamak için bir voleybol topu ile konuşup ona isim dahi verebileceğini keşfediyoruz. Çok sonralari kes sesini diye bağırdığı Wilson’ı fırlatıp ardından sanki çok yakın bir dostunu kaybetmiş gibi hüngür hüngür ağladığını görüyoruz. Karşımızdaki kişiden ziyade ona biçtiğimiz değerin anlamını bir daha farketmiş oluyoruz bu olayla.

 

   Filmde en beğendiğim detaylardan biriyse Chuck’ın dişçiden bahsettiği sahneydi. Adaya düşmeden önce dişiyle ilgili bir sıkıntısı olduğunu ve bir türlü dişçiye gitmediğini öğreniyoruz. Fakat kim bilebilir 4 yıl boyunca istese daha o dişçiyi bulamayacağını, bir taş ve buz pateni ayakkabısıyla sorunu halletmeye calışacağını. Hatta Chuck şöyle diyor: “Dişçiden hep kaçardım ama şimdi o dişçinin bu mağarada olması için neler vermezdim.” Bu sahneden de Chuck’in deneyimleri sayesinde birçok ders çıkarmış oluyoruz bizler de. Filmin sonlarına doğru belki de hepimize sürpriz olacak bir şekilde azmi ve çabasıyla Chuck, yaptığı tahta yelkenle adadan kurtulmayı başarıyor ve bir şekilde eski hayatına dönmeyi başarıyor. Peki her şey bıraktığı gibi mi? Elbette değil. Aşık olduğu kadın biriyle evlenmiş. Bir de çocuğu olmuş ve Chuck bunları sevdiği kadının evlendiği kocasından öğreniyor. Kelly onun yanına gelip görüşmeye dahi cesaret edemiyor. Çünkü hiçbir şey 4 yıl önceki gibi değil. Ne Kelly 4 yıl önceki Kelly ne de Chuck 4 yıl önceki Chuck. Ama o günün akşamında Chuck’ın dayanamayıp Kelly’nin yanına gittiğinde izlediğimiz sahnede Kelly’nin de Chuck’ın hala yaşadığına dair olan inancını hiçbir zaman kaybetmemiş olduğunu görüyoruz. Ama Kelly’nin artık bambaşka bir noktada olduğunu bildiği için 4 yıl boyunca sakladığı içinde Kelly’nin fotoğrafının bulunduğu saat ve onun aşkıyla hayata bağlanan Chuck dahi ona “Artık evine dönmen lazım.” diyebiliyor. Filmin sonunda Chuck’ın arkadaşı Stan’le konuştuğu sahnedeki şu replikle ise onca şeye rağmen hala şükredebilmenin kıymetini görmüş oluyoruz “Ve onu tekrar kaybettim. Kelly benimle olmadığı için çok üzgünüm. Ama o adada benimle olduğu için çok minnettarım.”

@karelerlefilmlerden