6. Sayı
Gezi Yazıları
Geçen zamanlardan birinde –tabii ki pande-mi öncesinde bir zamanlar- yaptığım çok keyifli bir turistik geziden bir pencere de size sunuyorum. İstanbul’da kendi kendime gezmeye ve geçirdiğim 3 seneye rağmen turist olabilmeye bayılıyorum diyebilirim. Gerçi İstanbul’un büyüklüğü, oranın yerlisi bile olsanız sizi bir anda turiste çevirebilir. Bu yüzden devirdiğim üç yıl beni hâlihazırda turist kategorisinde tutacak kadar az. Her ne kadar gezerseniz gezin hala görmediğiniz, duymadığınız olanca tarih orada sizi bekliyordur ve siz de bunu bildiğiniz için pek yerinizde duramaz, gezer de gezersiniz. Gezdiğim, gördüğüm, etkilendiğim birçok yerden sizin için tarihi yarımadayı seçtim bugün. 7 tepeli İstanbul’un o meşhur 7 tepesinin de içinde olduğu müthiş kültür yatağından bah-sediyorum evet. Bu tarihi yarımada dediğimiz Fatih ilçemizin içindeki her semt farklı kültürlere ev sahibi olmuş eskilerde. Ve bahsedeceğim ilk semt olan Balat’ta bu ev sahipliği sona ermiş değil. O zamanlarda yaşamış Rum, Yahudi, Ermeni halkları o kadar çok iz bırakmışlar ki arkalarında, yürüdüğünüz çoğu sokakta o his içinize işliyor. Sadece his de değil ayrıca. Geride kalmış kiliseler, sinagoglar, Rum patrikha-neleri sizinle konuşuyor ve “Senin yaşamadığın bir zamanlar da biz buradaydık ve var olmaya devam ediyoruz.” diyorlar. Hoşunuza gitmeme ihtimali var mı düşünün. Ben de size anlattı-ğım güzel sokaklardan geçerek yoluma koyuluyorum. Buyurun beraber gezelim. Bir yanda Haliç’in ışıl ışıl sularının tablo gibi görüntüsüyle içimizi ısıtırken diğer yanda Balat’ın eski, mütevazı sokaklarına göz atıyoruz. Yolumuz çok uzun değil. Bir ara yürürken sağ tarafımızda Fener Rum Patrikhanesi’nin görkeminden nasibini alıyor gözlerimiz. Ve hatta bir de bakmışız ki Süleymaniye Camii de uzaktan manzaramıza ilişmiş. Dedim ya; tarihi yarımada. Bu güzel yürüyüşün sonunda ilk hedefimize varmış bulunuyoruz: Balat Demir Kilise. Bir diğer adıyla Sveti Stefan Bulgar Ortadoks Kilisesi. Bu kilisenin ihtişamına bir göz atmadan önce neden bu kadar önemli bir yapı olduğundan bahsetmek istiyorum. Dünya üzerinde yapılmış 3 demir kiliseden biri olan Balat Demir Kilise aynı zamanda da geriye son kalan olma şansına erişmiş. Yani birazdan göreceğimiz kilise dünyada başka örneği olmadığı için bu kadar önemli. Bir diğer özelliği de -adından da anladığınızı tahmin ediyorum ki tamamen demirden inşa edilmiş olması. Diğer örnekleri yok olurken ayakta kalmasının sonucu olarak da çok uzun yıllar restorasyon çalışması yapılmış. Ve işte tüm zarifliği ile bizi bekliyor. Büyüleyen dış mimarisine bakıyoruz kilisenin. Bembeyaz işlenmiş ve adeta Haliç’in incisi gibi parlıyor. Görüntüsünde hem zarafeti hem ihtişamı yansıtmasıysa bence kilisenin etkileyiciliğini arttırıyor. Dış süslemeleri o kadar zengin ki her bir cephesini size göstermek istiyorum.
Artı olarak biz şu anda göremesek de bu üç kubbeli kilise yukarıdan bakıldığında haç şeklinde görünüyor. Yani ne yönden bakılırsa bakılsın muazzam bir estetiğe sahip. Dış mimariyle gözümüzü biraz doyurduğumuza göre artık kilisenin içine girebiliriz. Yine bembeyaz bir kapıdan içeri giriyoruz. Ama dikkatli olmanızı öneririm çünkü içerideki altın işlemeler gözlerinizi kamaştırabilir. Kilise kapısından girdiğimizde sağ ve sol tarafımızda sütunları, karşımızda da ikonaların bulunduğu bölgeyi yani apsisi görüyoruz. Apsis, camilerde mihrap olarak bildiğimiz yapının büyük ve kiliselerde bulunanıdır. Burada Hz. İsa, Meryem Ana ve çeşitli olayların resmedildiğini görebiliriz. Kilisenin bu bölümü ahşap kullanılan tek bölge olarak geçiyor.
Fakat üstü tamamen altın kaplama. Daha sonra kafamızı şöyle bir çeviriyoruz ve görüyoruz ki kilisenin her bir noktası altın rengi işlemelerle dolu.
Dikkatli olun! Gözleriniz kamaşabilir demiştim. Kilisenin muazzam güzelliğine kendimizi kaptırmış şekilde ilk katı gezmeye devam ediyoruz. Hz. İsa’nın lahdini temsil eden ahşaptan bir lahit görüyoruz. Yani sembolik bir mezar. Bu lahit özel günlerde süsleniyor ve başında ağıtlar yakılıyor. Bir çeşit ritüel. Gezmeye devam ediyoruz ve yine çeşitli olayların simgelendiği ikonaları görüyoruz. Gördüğünüz her noktadan etkilendiğinizi ve geziden keyif aldığınızı umarak sizi bir de üst kata çıkarmak istiyorum. Bu harika ışıklandırılmış mimariye bir de yukarıdan bakmanın durumu nasıl farklılaştırdığına bakalım. Merdivenlerden çıkarken ortam biraz kararmış olabilir. Hatta “Gül” adı verilen ve rengârenk camlar kullanılmış pencereden gelen ışık huzmesi sizi hafif ürkütmüş olabilir. Bu hafif ürkmeyi de kilisenin gotik mimarisine borçluyuz diyebiliriz. İkinci kata çıktığımızda alt kata göre daha karanlık ve sanki gelenlerin ibadetlerine kucak açmış bir ortam görüyoruz. Kilisenin şahane avizeleri olduğumuz yeri aydınlatsa da asıl önümüze düşen ışık, renkli camlardan gelen yansımalar oluyor. Aşağı bölüm daha çok gezi amaçlı iken burada daha çok dua edildiğini görüyoruz.
Daha karanlık olmasından kaynaklı bir mahremiyet hissinden kaynaklı olabilir. Çünkü benim de oturup kendi ruhaniyetimi hissetme arzum doğuyor. Sizde de aynı his oluştu mu merak ediyorum. Aşağıda gördüğümüz o altın parıltılara bir de yukarıdan bakıyoruz. Karanlık bir kapı deliğinden, aydınlık bir odayı gözlemek gibi gelebilir. Biz herkesi görebilirken kim-senin bizi görmediği hissini uyandırıyor. Bu da orada geçirmek istediğiniz süreyi uzatabilir. Ama ne yazık ki gezimizi biraz geç saate bırakmıştım. Kilisenin kapanma saati yaklaştığı için isterseniz yavaşça çıkışa yönelelim. Yine iç ürperten döner merdivenlerden iniyoruz.
Kapıdan çıkıyoruz ve içeride olandan farklı bir aydınlık yüzümüze vuruyor. Benimle bu harika tura katıldığınız için teşekkür ediyorum. Ayrıca böylesine güzel bir mimaride bulunduktan sonra günümüz beton yığınlarına alışmak için kendinize birkaç saat tanıyın derim. Esenle kalın sanal turistler!