Boğaziçi’nden Harvard’a... Genç Girişimci Bilge Çavuş ile Röportaj

Yazar

Raf Dergi Ekibi

6. Sayı

Röportajlar

Günümüzde çok güçlü bir iletişim aracı olan sosyal medyayı tecrübelerinizden bahsederek bilgi vermek için kullanıyorsunuz. Bu girişim, olumlu ve olumsuz anlamda size neler kattı?

Daha önce hiçbir işimden yaşamadığım manevi tatmini burada yaşıyorum diyebilirim. Gelen mesajları gördükçe çok mutlu oluyorum; “Seni dinledikten sonra ailemin zoruyla tıp okumayı düşünürken edebiyata ilgili olduğumu fark ettim ve edebiyat okumaya karar verdim. Videolarını ailemle izledim ve onlar da bu sayede ikna oldu.” gibi. Ama tabii ki zor tarafları da var. İlk başlarda takipçi az iken içerik üretmek için kendimi motive etmekte zorlanmıştım. Ama iyi ki bırakmamışım, devam etmişim. Bir de tabii olumsuz yorumlar var. Ben her ne kadar kullandığım sözcükleri çok iyi seçmeye çalışsam da, insanların kendi deneyimlerinden kaynaklanan farklı algılayış şekilleri var. Sonuçta senin anlattığın şeyler karşıdakinin anlayabildiği kadar.

Harvard öğrencileri için “Olumlu yönlerinden bahsetmeyi iyi biliyorlar” demiştiniz. Türkiye’de bunun çok yaygın olmamasının temelinde kişinin kendisini tanımaması yatıyor diyebilir miyiz?

Kişinin kendini “tanıyamamasının” çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. O kadar çok “Mütevazı ol.” baskısı var ki, iyi yanlarını sen kendine de itiraf edemiyorsun. Açıkçası bu baskıyı çok da samimi bulmuyorum çünkü biz genel olarak gösterişi seven bir milletiz. Örneğin, çeyiz serme kültürümüz var. Bu mütevazı bir şey mi? Değil. Böyle çelişkili durumları fark ettikten sonra, toplumsal kurallara uymak zorunda olmadığımı hissettim ve öğrendiklerimi unutmak için de gerçekten çaba gösterdim. Amerikalıların yaptığı şeyi, kendi başarılarından bahsedebilmeyi ben de kendi hayatıma yavaş yavaş adapte etmeye başladım. Bence başarılarımıza sahip çıkmak ve hikayelerimizi paylaşmak çok önemli. Kim bilir belki de sizin anlattıklarınızdan karşınızdakinin öğrenecek çok şeyi vardır.

Kişinin kendini tanıması ve sevmesi, sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Bence kendini sevmek, sahip olduğun sıfatları ve nasıl göründüğünü bir kenara bırakıp, özünü sevmek demek. Bir de tabii kendini çok iyi tanımak ve karanlık taraflarını (toplumun onaylamadığı ta-raflarını) kabullenmek ve onları değiştirmeye çalışmamak da çok önemli. Bu durum insanın daha huzurlu olmasını sağlıyor.

Bir öğrencinin üniversiteden beklentisi sizce ne olmalı?

Bence üniversiteden beklenti öğrenmeyi öğrenmek olmalı. Çünkü hayatın boyunca sürekli bir şeyleri öğrenmen gerekiyor. Bir de biz üniversiteye bize iş bulması gibi bir misyon yüklüyoruz. Aslında sen işi kendin buluyorsun. Üniversite sana çevre ve deneyim kazandırabilir, potansiyelini ve özgüvenini açığa çıkarmana, girişken olmana yardımcı olabilir. Kişinin kendini geliştirmesi lazım çünkü günün sonunda işini de kendin buluyorsun, hayatını da kendin çiziyorsun.

“Kişiye düşen rol” ve “avantajlar”, başarılı olma yolunda nasıl bir etki dağılımına sahip?

Hani bir sürü kişiye aynı mutfak malzemelerini verirsin, fakat herkes farklı bir yemek yapar ya, bence bu da öyle biraz. O malzemelerin sayesinde sen bir şeyler yapıyorsun ama günün sonunda ortaya çıkan yemek; onu nasıl yaptığına, ne kadar çabaladığına ve özendiğine göre çok değişiyor. Malzemelerine suç atmanın senin hiçbir işine yaramayacağını fark edip, olanı kabullenip, yapabileceğin en iyi şeyi yapmaya çalışmanla alakalı. Yani temelde kişinin kendisiyle ilgili.

Sizce hayatta fırsatlar karşımıza şans eseri mi çıkar, yoksa hep bir şeyleri kovalamak mı gerekir?

Yolun başındayken gerçekten çok kovalamak gerekiyor. Üniversitenin başında bir öğrenciyken, gerçekten hangi okulda okursanız okuyun karşınıza kapılar kolayca açılmıyor. Gidip onları sizin açmanız gerekiyor. Ve buna uğraşırken yıllar geçtikçe, siz belli bir birikim elde ediyorsunuz. Tabii profesyonel çevreniz de gelişmeye başlıyor ve bir yerden sonra fırsatlar sizin karşınıza çıkıyor. O noktada da geniş bir bakış açısında, açık fikirli bir halde olmak bence insana çok farklı şeyler ve güzellikler getirebilir.

Yurtdışındaki toplum yapısıyla, Türkiye’yi kıyasladığınızda, her iki taraf için de sizin en çok hoşunuza giden ve en zorlayan durumlar neler?

Türkiye benim doğduğum yer. O nedenle buradaki aidiyet hissini çok seviyorum. Türkiye’nin zor tarafı ise, toplumun genelde çok yargılayıcı olması. Bunu fark ettiğim zaman anladım ki kendi küçük dünyamda, çevremde bunu ne kadar değiştirebilirsem o kadar iyi. Belki benim gibi, birileri daha yapar ve gelecek nesillere bu yargıların önemsiz olduğu bir toplum bırakabiliriz. Amerika ile ilgili görüşlerim de tam tersi. Orada en sevdiğim şey insanların açık fikirli olması. Zorlandığım taraf ise alışık olmadığım birçok şeyle karşılaşmak diyebilirim. Örneğin yiyeceklerin tadı o kadar farklı ki, alışana kadar birkaç kilo vermiştim.

Türkiye’de ne olmak istediğiyle ilgili sorular sorulduğunda net bir cevap veremeyen çok fazla genç var. Hatta bazılarının istekleri üniversiteye geçtikten sonra şekilleniyor. Sizce bu nasıl giderilir?

Birey; çocukluğundan itibaren sevdiği, yapmaktan zevk aldığı uğraşların ne olduğunu keşfetmeli ve çevresine kıyasla dikkat çeken özelliklerini bulmalı. Ve bu konuda ailelere büyük iş düşüyor. Biz farkında olmasak da, anne babamızı mutlu etmek için çok uğraşıyoruz. Bu normal bir durum çünkü en sevdiğimiz insanlar. Fakat aileler de çocukların bir birey olduğunu bilmeli. Bazen iyi niyetli bir şekilde “Çocuğum mesleğimi devam ettirsin.”, “Çok başarılı bir tanıdığım var, çocuğum da onun gibi olmalı ki hayatı onun gibi olsun.” diyebiliyorlar. Ama belki o yaptığı iş çocuğunu mutsuz edecek, çok para kazansa da hayatından nefret ettirecek. Hiçbir anne-baba bunu istemez çocuğu için. Fakat farkında olmadan bu noktaya sürükleyebiliyorlar çocuklarını.

İş veya sosyal hayatınızda bir kadın olduğunuz için olumsuz herhangi bir tutuma ya da davranışa maruz kaldınız mı? Ve sizce kadına karşı bakış açısı Türkiye’de ve Amerika’da farklılık gösteriyor mu?

Türkiye’de çalışırken sürekli şöyle oluyordu; mesela bir toplantıya gittiğimde üstlerim, beni sürekli “Boğaziçi mezunu” diye tanıtırlardı. Fakat bunu erkek meslektaşlara yapmadıklarını, bizim akıllı olduğumuzu bir şekilde karşı tarafa kabul ettirmeye çalıştıklarını fark ettim. “Ne olacak ki” diyebilirsiniz ama bir yerden sonra o senin içine işliyor. “Sen erkek meslektaşlarından daha aşağı seviyedesin, senin sürekli kendini ispat etmen lazım.” diye düşünüyor insan… Kadına karşı bakış açısına gelince, bence arada çok fark var. Amerika’da staj yapmaya başladığım ilk gün firmadan şöyle bir mail gelmişti: “Şu üst düzey yönetici görevden ayrılmak durumunda kaldı. Çünkü bir cinsel istismar suçundan dolayı yargılanıyor.” Türkiye’de maalesef bu tip durumların üstü örtülebiliyor. Kendim birebir yaşamadım ama tanıdığım insanların başına geldi, bunun üstünün örtüldüğünü biliyorum.

Boğaziçi’ndeki öğrencileri şöyle tanımlıyorsunuz; “Zorluklardan korkmayan kişiler” ve “yırtıcılık var içlerinde”. Peki yırtıcılık, zorluklardan korkmamak, sizce insana ne katıyor bu hayatta? Ve bu doğuştan gelen bir şey midir?

Ben bunu sonradan kazandım, çocukken biraz sessiz bir çocuktum. Biriyle arkadaş olmaya karar verince anneme derdim ki: “Ben bu kişiyle arkadaş olmak istiyorum, beni arkadaş eder misin?”. Hep böyle ilk adımı annemin atmasını beklerdim. Sonra annem dedi ki; “En kötü ne olabilir? Arkadaş olmak istiyorum dediğin zaman en kötü sana ‘hayır’ der. Dünyanın sonu mu? Değil.” Bu benim hayat felsefelerimden biri. İş ilanı gördün, ilgini çekti, başvur. Toplantıya müdürün ile beraber gitmek istiyorsun, söyle. Gerçekten alabileceğin en kötü cevap “hayır” oluyor. Ben de çok fazla ret aldım. Ama günün sonunda benim hayatıma güzellikler getiren olayların çoğu bu şekilde gerçekleşti, kapılar bu şekilde açıldı. “Ya olmazsa?” diye düşünüp kendini geri çektiğinde hiçbir şey yapamıyorsun. Ben; “Yap, en kötü ne olacak ki? Sen yine aynı sen olmaya devam edeceksin.” diye düşündüğüm zaman hayatımda ilk adımları atmaya başladım.

Bir zorlukla karşılaştığınız zaman kendinizi nasıl motive ediyorsunuz?

Zorlukların insanı geliştirdiğini düşünüyorum. İleri gitmek için zorluklara ihtiyacımız var. Ben zorluk seviyorum. Bir şey zor olmasaydı onu herkes yapardı. Bunu bu şekilde kabul ettikten sonra kendimi motive etmek için yapmam gereken herhangi bir şey kalmadı. Zorluklar beni kendi kendine motive ediyor.

Harvard’a giden biri de üzülür mü? Yoksa hayat artık sizin için hep toz pembe mi?

Evrensel olarak insanı üzen temel şeyler vardır. Çok sevdiğin bir aile bireyinin kaybı gibi. Bunlar sen Harvard’a gitsen de gitmesen de başına geliyor. Fakat bunun dışında başarı ile ilgili olarak okuduğum bir araştırmayı ekleyebilirim: Mutluluk ile başarı arasındaki ilişkiye bakıyorlar. Mutluluk eğrisi normal bir şekilde yoluna devam ederken bir şey başardığında hafifçe artıyor, sonra tekrar aynı seviyesine dönüyor. Yani bence başarıda mutluluk aramamak lazım. Dediğim gibi mutluluk insanın kendini olduğu gibi kabul etmesinde ve içinde diye düşünüyorum. Aslında sen o şekilde içindeki gücü keşfettiğin ve parlattığın zaman dışarıdan gelen mutluluklar da üzüntüler de senin için normalleşiyor ve çok daha stabil, psikolojik olarak rahat ettiğin bir hayat yaşıyorsun.

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Unutmayın ki herkesin yolu ayrı. Unutmayın ki başarının tek bir tanımı yok ve eğer kendinizden başkalarını memnun etmeye çalışırsanız emin olun gün gelecek ve diyeceksiniz ki: “Ben bunun için mi uğraşmışım, bunun için mi o kadar kendimi yıpratmışım.” O nedenle içinizdeki güçle ve gerçek kendinizle ne kadar çabuk bağlantıya geçip, kendinizi tanıyıp, ona uygun adımlar atarsanız hayatta o kadar mutlu olursunuz. Bunun da yolu bence kendinizle baş başa kalmak.