Körlük

Yazar

Uğur Duzla

15. Sayı

Kitaplık

“Başka bir gezegene, oradaki kayaların yapısını incelemek için araç gönderebilecek kapasiteye sahip bu şizofrenik insanlık, milyonlarca insanın açlıktan ölmesini umursamayabiliyor. Mars’a gitmek, yanı başındaki komşuya gitmekten daha kolay görünüyor.” demiş Jose Saramago 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonraki konuşmasında. Aslında bu anlamlı cümlesinde bile “Körlük” kitabındaki karakterler gibi bizlerin körleşmeye başladığını değil, aksine hepimizin kör olduğunu, kör olup baktığımızı, bakabilen ama görmeyen kör insanlar olduğumuzu belirtmiş. İnsanların yanındakini görmeden, umursamadan hayatlarına devam etmesine; iktidarların, baştakilerin bir yaşamı değersizleştiren tutumlarına karşı ettiği mücadelesine yazar her daim kitaplarında da devam etmiştir. Hatta bu mücadelesinde kiliseden bile aforoz edilip ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Kitabı okuduktan sonra kitap hakkında birçok kaynak da okudum, haliyle bu kadar güzel bir kitabı okuyunca insan o kitap hakkında araştırma yapmak istiyor ve incelemesini yazarken de okuduğu yazıların etkisinde kalabiliyor, onun için bazı cümlelerim okuduğum yazıların etkisindendir ve tabii Saramago'nun cümleleri de mevcut. Körlük bir post apokaliptik roman, ama en güzel tarafı da alışageldiğimiz nükleer savaş, sebebi bilinmeyen veya bir deney sonucu zombileşme vs. gibi bilindik bir konu yerine daha gerçekçi, herkesin hayatında en az bir kere kendi açısından düşündüğü, belki de en çok korkulan engellerden biri olarak görülen, tüm insanların rahatlıkla hissedebileceği şekilde bir kıyamet sonrasını anlatması, ama bu sefer kıyamete sebep olan ise bulaşıcı olan “körlük”. İnsandan insana geçen, tedavisi olmayan daha doğru tanımlamak gerekirse körlük ama nasıl bir körlük olduğu da bilinmeyen bir körlük. Kitabın güzel bir başka tarafı ise direkt bir şekilde kıyamet sonrası durum ile başlamayıp salgının en başından, daha ilk vakasından başlayıp her bir kısmı yavaş yavaş en başından okuyabilmemiz. Kitap kıyamet sonrası bir hikâye olmasının yanında da bir distopik eser. Kitabın geçtiği yerin ismini bilmiyoruz ama bu ülke, temsil edilmiş olabilecek pek çok ülke gibi yaşadığımız ülke de olabilir; çünkü ülkede her bir şey o kadar ama o kadar tanıdık geliyor ki, sıradan diyebileceğimiz insanların bu çok bilindik ülkedeki akışı değiştirebilecek duruşlarını, davranışlarını gözlemliyoruz. Saramago, farklı tarzını bu romanında artık zirveye çıkarmış.

Çarpıcı, korkutucu, düşündürücü hatta bu üçü kadar da mide bulandırıcı bir kıyamet senaryosu. Yazar bir gün bir kafede oturup siparişini beklerken “Ya hepimiz bir anda kör olsak” diye düşünüyor ve devamında da ortaya bu eserini çıkartıyor. Körlük betimlemeleri, ışığın sönmesi değil de beyaz bir ışığın yanması, süt denizinin içindeymiş gibi körlüğün betimlenmesi gibi okuduğumuz her bir cümleyi görüp de okuyabilmemize yarayan gözlerimizin kıymetini sayfaları okuyup anladıkça, kitaptaki her bir cümle de artık okundukça insanı ürpertiyor. Ürperten bu cümleleri okurken, kitabın güzelliği ile beraber tek bir şey düşünüyoruz, okuduğumuz sayfaları okuyabilmemizi sağlayan organlarımız olan gözlerimizi. Kitabı çıplak gözle okuyun veya okumayın hiç fark etmez ama sürekli olarak aklınızda gözleriniz olacak, eminim ki sayfaları okurken, Saramago’nun birçok körlük betimlemesinde gözlerinizi kapatacak ve o hissedilen ya da hissedilemeyen duyguyu yaşamak ve en azından tatmak için o korkunuzla yüzleşmek isteyeceksiniz. Yazar roman içinde en çok beğendiğim yöntemlerden birini kullanmış, körlük salgınının geçtiği ülkenin ismini bilmediğimiz gibi kitap içindeki karakterlerin hiçbirinin de isimlerini bilmiyoruz, belki de Saramago’nun dediği gibi hiçbir karakterin ismi bize lazım değildir. Peki yazar bize karakterleri nasıl anlatıyor? Fiziksel özelliklerine ve mesleklerine göre, yani sıfatlar takarak: İlk kör adam, koyu renkli gözlüklü genç kız, şehla çocuk, doktor, doktorun karısı, taksi şoförü, albay ve polis. Bu durum karakterleri tanımamız için bence daha iyi bir yöntem olmuş. Çok karakterli romanlarda, özellikle de romanın başlarında karakterlerin isimleri verildikten sonra genelde kim kimdi diye karıştırırız ama Körlük’te karakterler fiziksel özellikleri ve meslekleri üzerinden tanıtıldığı için bu tarzda herhangi bir sorun olmuyor. Bir diğer farklılık ise diyalogların sadece virgül ile ayrılması, aynı cümle içinde verilmesi; çok ilginçtir ki okurken hiçbir şekilde sorun oluşturmadı. İlk başlarda biraz şaşırtıcı gelse de bu üsluba alıştıktan sonra tadı alınmaya başlanıyor. Saramago yazı dilinde imla kurallarına, noktalama işaretlerine tabiri caizse kafa tutmuş, diklenmiş diyebiliriz. Diyaloglarını tek bir cümle içinde sadece virgülle ayırarak uzatması, hatta bazı yerlerde bir sayfayı kaplaması, hatta ikinci sayfaya kadar sürdürmesine rağmen akıcı üsluptan en ufak bir azalma olmuyor. Bir yandan düşününce de hem noktalama işaretlerine karşı yazarın tavrı olsun hem de kurgunun ilginçliği, alışılagelmişin ötesindeki temeli olsun kitabı ve yazarı büyülü gerçekliğin en güzel örneklerinden yapıyor. Kitap bir post apokaliptik roman ama daha öncelikli olarak bir sistem eleştirisi. Zaten Saramago kitabı olup da sistem eleştirisi olmazsa olmaz. Sıradan olan her bir unsuru çok vurucu bir şekilde, vurucu ve düşündürücü metaforlarla sunmuş ve insanın kör olduktan sonra nasıl da bir zavallıya dönüştüğünü, sadece gözlerinin mi yoksa insanlığın mı kör olduğunu bizlere sorduruyor.

Kitap boyunca körlük üzerinden siyasete, devlet felsefesine, dine, varsa da genel ahlak kuramlarına dair birçok konuyu barındırıyor, bu kuramlara eleştirisini metaforlar üzerinden yaparken de bunları bir yazar ve okur ilişkisi gibi değil de iki arkadaş havasında okura sunuyor; örnek olarak mesela bir konu üstünde yorum yaparken “Bunu böyle değil de şu şekilde de düşünebiliriz…” tarzında cümleler kurması kitabın gerçekliğini daha da vurucu yapmış. Körlük metaforu üzerinden tecrübelerimizden, yaptığımız gözlemlerden, farkında olup düşündüğümüz ya da farkında olmayıp düşünmediğimiz tüm kara gerçeklerden dem vuran, aslında bir yandan da son derece rahatsız edici, düşündüren bir roman. Post apokaliptik duruma sebep olan “körlük”, bir çözüm bulunmadıkça insanlığı tamamen etkileyecek bir salgın mı yoksa gökyüzüne, çok yükseğe fırlatılan, en yüksek noktasına ulaştıktan sonra askıda kalmış gibi bir anda duran, yer çekimiyle ve Tanrı’nın kayırıcılığıyla hemen sonra kaçınılmaz olarak düşmeye başlayan, böylelikle de beyaz, süt denizi içinde körlüğe düşen insanların üzücü, yıkıcı ve korkunç karabasandan çıkmasına sebep olabilecek bir ok gibi geçici mi? (Cümle yazara ait) Okurken hem sistem eleştirisine tanık olunuyor hem de bu şekilde salgının cinsi merak ediliyor. Yaşanılan bu süreç içinde insanların vazgeçemediği, olmazsa olmaz duygularına ve dürtülere de kitap içinde sürekli vurgu yapılmış: Açlık ve cinsellik. İşin içinde bir yaşam mücadelesi var ise tabii ki de açlık ve yemek yeme duygusu insanın vazgeçemediği bir dürtü olmasından ziyade vazgeçemeyeceği bir davranıştır, ortada bir yaşam var ise nefes alıp vermek ne kadar olması gereken bir şey ise yemek yemek de bir o kadar olması gereken yani vazgeçemediği değil vazgeçemeyeceği bir harekettir, buna ikinci örnek olarak da dışkılamanın verilmesi de son derece gereksizdir. Yemek yeniyorsa o da haliyle olacaktır sonuçta. Bence burada yazarın vermek istediği, yemek yemek değil de yiyecek bulma davranışlarıdır. Bana göre esas soru; bu şartlar altında olmazsa olmaz, insanın vazgeçemeyeceği davranış, dürtü cinsellik midir? Üreme hatta zevk ve haz için olması gereken cinsellik post apokaliptik bir yaşamda vazgeçilmez midir, yoksa alışkanlık mıdır veya bu kötü durumdan bir an olsun kaçış mıdır? Bana göre bu senaryoda insanın vazgeçemediği davranışın hangisi olduğu konusunda bulunması gereken cevap bu olmalı diye düşünüyorum. Sonuçta artık ortada alışılagelen insanca yaşam artık mevcut değil, insanlık kör gözlerle, bu şartlarda yaşamayı elbet öğrenebilir ama maalesef o zaman da acaba insanlıktan çıkılmış mı olunuyor? Şüphesiz insanlarla yaşamak zor değildir, zor olan onları anlamaktır. İnsanlığı düzeltecek bir otorite var mıdır? İnsanlık bariz bir şekilde körlük sonrası duyguları ve davranışları yüzünden hiçliğe sürüklenmişken ve hiçliğin içinde yaşamaya başlamış durumda iken de maalesef hiçliği düzenlemek isteyen bir hiçlik yönetime hâkimdir ve bu durum da kitabın bana göre en karanlık havasıdır.