16. Sayı
Gezi Yazıları
Yıllar sonra bana Orta Doğu’yu hissettiren ama Avrupa’nın moda başkenti Milano…
Hayatımın büyük bir çoğunluğu Orta Doğu’da geçti. O sokaklardaki karmaşa, insanların birbirleriyle teklifsiz iletişimi, güler yüzlü insanlar ve aynı zamanda fakirlik, maddi eşitsizliğin sokaklara yansıması… Tabii ki Orta Doğu’ya kıyasla Milano o denli suratımıza çarpmıyor tüm bu gerçekleri. Fakat sokaklarında dünyaca ünlü sayısız markayı bulunduran bu şehir beni biraz Orta Doğu’ya, çocukluğumu geçirdiğim yerlere götürdü.
Şehrin merkezinde 1400’lerde yapılmış olan bir kilise var. Avrupa’nın en büyük ikinci kilisesiymiş. Bence de epey büyüktü. Kilisenin hemen yanında 1800’lerde açılmış bir alışveriş merkezi var. İşte orada içimdeki tüm karmaşa başladı.
Dünyaca ünlü ve ürünleri binlerce Euro olan bu mağazalar sanki az önce tek tek içlerinden geçtiğimiz mahallelerin inadına orada duruyor gibiler. Kapılar sırf kapıyı açmak için işe alınmış takım elbiseli ve cüsseli insanlar tarafından açılıyor ve içeride sizinle en az 3-4 insan ilgileniyor. Şehir bu konuda ise bana New York’u hatırlattı.
Yerel halkın buralardan ne kadar alışveriş yaptığını bilmiyorum fakat maddi durum fark etmeksizin neredeyse herkes çok şık ve çok temiz giyimli. Ayakkabıları cilalı, kıyafetleri ütülü insanlar deri eldivenlerle bisiklet sürüyorlar.
Binaların hep aynı renk olan tonları beni Mısır’a götürdü. Gri ve kahverengi ağırlıklı bu binaların Kahire binalarından tek farkı her birinin resmen bir sanat eseri olmasıydı. Kenarlarındaki heykeller, kahverengi panjurları ve küçük balkonları ile resmen Orta Doğu renklerinde bir Avrupa yaşatıyor insana. Fakat şehir adeta bir labirente benziyor. Binaların neredeyse hepsi aynı boyda ve aynı renk tonlarında, sokaklar dar ve insan kendini bir nebze kapana kısılmış gibi hissediyor. Gökyüzünü pek de göremediğimi fark ettim burada.
Almanya gibi ekonomik seviyesi yüksek, yaşam standartları çok iyi olan bir ülkeden sonra İtalyan toplu taşımaları beni biraz şaşırttı. En çok hoşuma giden ise İstiklal Caddesi’ndeki tramvaya benzeyen tramvaylarıydı. Çoğunun üstünde kullanıma başlandıkları tarihler yazıyordu ve bu tarihler 1800’lere dayanıyormuş.
Leonardo Da Vinci’nin “Son Akşam Yemeği” isimli eserini görme imkânı buldum. Eser bir kilisenin duvarında bulunuyor. Vefat eden kral ve kraliçenin anısına yaptığı bu eseri Leonardo, 40 yılda tamamlamış. Daha önceden internette fotoğraflarını sık sık gördüğüm bu eser, gerçekte çok büyüktü. Koca bir duvarı kaplıyordu. Beni en çok şaşırtan bu eserin İkinci Dünya Savaşı’nda korunuş şekliydi. Neredeyse tüm kilise yıkılmasına rağmen eser sapasağlam kalmış. Bunun için önüne sayısız çuval dizmişler ve bombalardan gelecek zarardan korumuşlar. O can havlinin içinde sanat eserini koruma telaşı beni çok sarstı. En son tadilat ise özel gözlükler ve kalemler ile 1999’da yapılmış.
İtalyan yerel yemeklerinden yemeye özen gösterdim. Fakat maalesef biraz hüsrana uğradığımı söyleyebilirim. Açıkçası makarnasıyla ve pizzasıyla ünlü İtalya, beni dünyanın birçok yerinde yediğim makarna ve pizzadan öteye götüremedi. Üstelik makarnayı az pişiriyorlarmış, ilk lokmamda “E bu pişmemiş ki.” dedim…
Farklı duyguları, farklı şehirleri ve farklı ekonomik düzeyleri bana aynı anda gösteren bu şehri sevdim. Gezilip görülmesi, özellikle sanat eserlerinin dikkatle incelenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Şimdi havaalanına giden trende son kez şehrin sokaklarını izliyorum. Beni derinde bir yerlerde sarsan ve dünyanın birçok yerine aynı anda götüren bu şehre bir daha ne zaman gelirim bilmiyorum. Fakat geldiğim ve gördüğüm için çok mutluyum. Biraz yorgunum ama değdi…
Kendine iyi bak Milano…