Zaman mıydı bizi biz eden, bizi bizden eden?
Bu aralar herkes keyifsiz. Herkesin başını alıp gidesi var. Allah’a ısmarladık demeden, zamana aldırış etmeden, kendini hesaba katmadan, içindeki gayesizliği, içine gömüldüğü hiçliği umursamadan. Sözde zamanı öldürecek, zaman geçirecek ve kendine gelecek. Herhalde insanlar onların zamanı değil, zamanın onları öldürdüğünün farkında değildi. Çakılıp kalmıştık öylesine; zaman akıp giderken, hayat geçerken kıyımızdan.
Zaman çok şey öğretir insana. Hem aleyhimize hem lehimize işliyor. Her şeyin farkında olmakla her şeye körü körüne bağlanmak gibi, yolunu bulmakla kendini kaybetmek gibi, kendini bilmekle kendini yeniden tanımak gibi bu zaman. O vakit, tam anlamıyla neydi bizi zamana bağlayan acep ya da bizi zamandan koparan? Bazı kadim insanlar, “İnsan içinde bulunduğu andan ibarettir.” demiş. Bazısı da, “Olan olmuşluklarımızdan ibaretiz.” demişler. Bir yandan zaman seyretmeye devam ediyor. Olacak olandan kaçınamayız tabii. İliklerimize kadar ilmek ilmek örülüyor ve yoğruluyoruz. Yeri geliyor bir kırbaç, yeri geliyor dört tarafımızı kaplayan bir ayna, yeri geliyor bir kelebek, yeri geliyor göçmen bir kuş, yeri geliyor titreyen bir ışık, yeri geliyor gürül gürül akan bir çağlayan misali oluveriyor.
Kendimizi bedenen alıp götürdüğümüz yere hem içimizi hem de zihnimizi götürmek zorundayız; istesek de istemesek de. İnsan için en zoru da durmaksızın giden bir zamanın içinde kendini hiçbir yere ait hissedememekti. Zati insan, hiçbir yere kendini ait hissedemedi. Lakin dünya onunmuş gibi yaşadı, yaşıyor. Hırsa, ihtirasa ve telaşa yenildi. En çok da kendine.
Nereye gitmek istediysek, nereye gittiysek ardımızdan gelen şehir değildi aslında. Kendimizdik. Bilmediğimiz, bulmaktan kaçtığımız kendimiz. “Her ne ararsan kendinde ara." demişti Mevlâna. Oysa biz, nerede değilsek orada olmayı yeğledik. Fakat neredeydik biz, yahut nerede değildik? Her şeyi bilmeye çalışırken kendimize dair bilmediklerimizle doluyduk. Peki, kendimize dair ne biliyoruz?
Zamanın içinden zamana koşuyoruz. Anlamak isteyen öğrenirmiş zamanı ve öğrettiklerini. Belki de esas olan, dayanabilmek zamana, zamanın kırbacına. Kasavete dönüşmeden dayanabilmek. Bir sis bulutuna bürünmeye yüz tutacakken sıyrılabilmek o kırbaçtan. O kırbacın içinde kaybolmadan. İnsan gerçekten dayanabilir mi zamanın kırbacına? Dayanır! Çünkü zaman, bir ahenktir. Usul usul yürüyen, acıtırken iyileştiren, her bir şeye alıştıran, bir türlü bilinemeyen bir ahenk. Kimi vakit huzursuz ama sakin ve sessiz bir ahenk. Kimi vakit ise kuş tüyü kadar hafif ve huzurlu hissettiren bir ahenk. “Sabır” kelimesiyle bilinen bir ahenk kimi vakit. Velhasıl, insan içindeki kuraklığa rağmen zamanın kırbacına dayanır. Ama insan kendi kendini yitirdi mi dayanamaz, nereden geldiğini unuttu mu dayanamaz. Zaman akıp gider; zamanla birlikte insan da akıp gider.
Zamanın içinden zamana koşuyoruz. Olmayanı oldurmaya, olacak olandan kaçmaya, olan olmuşlukları ötelemeye, eksikleri tamamlamaya çalışıyoruz. İnsan, hiçbir zaman tamamlayamaz. Hep eksik kalır, yarım yamalak... Durup bakıyoruz geçmişe, yarına kalmışlıklarımızı sığdırmaya çalışıyoruz. Oysa ne yaparsak yapalım beyhude; çünkü yarım kalmışlıklarımızla devam ederiz gidene dek ve yarım kalmışlıklarımızla da gideriz. Zira ölümün olduğu yerde her şey yarım ve eksiktir zaten. Öyle değil mi?
Zamanın içinden zamana koşuyoruz. İçimiz içimizi yakıp kül ediyor; isteyip ama yapmadıklarıyla, istemeyip ama yaptıklarıyla. Çünkü yapmak istediklerimizden çoktur yapmak zorunda olduklarımız. Bu yüzden içimizin pişmanlıklarımızla, yarınlarımızın kalmışlıklarımızla bezeli olması. Katılaşmış sevgilerimiz, kibrimizin toz bulutundan göremediğimiz şefkatlerimiz bu yüzden.
Günlerimiz paramparça, içimiz kurak kurak, zamanlarımız yamalı, ayaklarımız boşlukta. Zamandı bizi ilmek ilmek ören... Zamandı bizi bir buğday tanesi gibi öğüten... Ve bizi biz eden de zamandı, bizi bizden eden de.