“Azar azar tüketiyoruz kendimizi, başkalaştıkça yitiriyoruz ruhumuzu.”
Söyleşide konuşma sırası bana gelmişti. Direkt olarak konuya girdiğim için insanlar şaşkın ve meraklı bakışlarla, birçoğu da kim bu kendini beğenmiş der gibi bakıyordu.
“Adam, telaşla karşıdan karşıya geçerken gelen arabayı görmedi. Adam metrelerce yükseklikten yere çakılmak üzereyken ne hissetti, o an aklından ne geçti? Bir an olsun kendinizi adamın yerine koyun; ne hissederdiniz, aklınızdan ne geçerdi? Çarpan adam arabasından indi; iki eliyle yüzünü, başını ovuşturup dizlerine vuruyordu, mütemadiyen yutkunmakta zorluk çekiyordu ve aniden bağırarak ağlamaya başladı. Şimdi bir de kendinizi çarpan adamın yerine koyun. İnsanlar birer birer oraya toplandı; kiminin elinde telefon, yerde yatan cansız bedenin, insanın fotoğrafını çekiyor, kimi de oflayıp ahlıyor. Kimisi sadece orada neler olduğunu merak edip anlamaya çalışıyor. Bir kısmı ise yardım almak için uğraşıyor. Şimdi ise kendinizi bu insanların yerine koyun. Ne hissederdiniz, ne düşünürdünüz o an? Derinden, ambulansın acı siren sesleri duyuluyor.”
Durdum, salonda beni pürdikkat dinleyen insanların yüzlerine tek tek baktım. Hepsinin olmasa da bazılarının yüzündeki afallamayı görebiliyordum.
“Biraz sonra da hayat devam edecek oradaki herkes için hiçbir şey olmamış gibi. Biri hariç, artık yaşayamayacak olan o adam hariç." dedim.
“Düşüncelerimizi böylesine sarsmaya hakkınız yok.” dedi sitem dolu bir ses. Bunu dedikten sonra da kalkıp salondan ivedilikle çıkıp gitti. Güleç bir ifadeyle konuşmama devam ettim.
“Bu anlattıklarım size ne söylüyor, ne anlıyorsunuz bu saatler öncesinde gerçekleşen olaydan?”
Bir beş dakika insanları bekledim. Ne diyeceklerdi bana? Düşünmek bu kadar zor muydu onlar için; zordu tabii, benimki de soru mu? Çünkü eğer düşünseler kendileriyle yüzleşeceklerdi.
“İçimizdeki benlik silsilesi başını almış gidiyor. Sahi hayatın hangi çehresindeyiz; peki ya bendimiz, bendimizin hangi çehresindeyiz?” Herkes bana bakıyor, yaptıkları tek şey bu! Ağızlarından tek kelime çıkmıyor yahu! Doğru ya, nereden bileceksiniz değil mi?
“İnsan, en çok kendinden kaçar, kendini bilmek istemez. Ne yaptığımızı hakikaten bilmiyoruz. Benlik var, benlik var. Biz ikisini birbirine karıştırdığımız için bilmiyoruz.
Bilmek için çaba, gayret, emek yok. Bir kere heves yok. Azar azar tüketiyoruz kendimizi. Başkalaştıkça yitiriyoruz ruhumuzu.
İnsan, âdeta kendini değil, başka birini yaşıyor. Başka bir ruh, başka bir beden, başka bir hayal, başka bir gerçek, başka bir doğru, başka bir gülüş, başka bir ağlayış... Kendinin dışında!
İnsanların gözü hep daha yükseklerde, hep daha fazlasında. Hep bir telaş ve kaygı içindeler. Oysa insanlar bilmiyorlar ki, sahip olamadıklarımıza dert yanarken kaçırdığımız vicdanımızdır bizim. Oysaki, belki ömrünün son noktasına kadar hayatını teselli ve tecelli edecek bir an, sadece bir an’ı kaçırıyordur.
Mutsuzlar fakat nedense mutlular! Çünkü hep mutsuzlar ama mutluymuş gibi yaparlar. Hayatlarını “mış” üzerine kurmuşlar sanki. Samimiyetsiz konuşmaların kaplaması olmuş kalpleri. Bu yüzden kendilerini onların yerine koyamaz ve onların hissettiklerini anlayamazlar. Çünkü başka birine bürünmüşler. Kendi değil, başka biri. Kendini kaybetmiş yahut kaybetmek üzere insan, belirsiz bir zamanın, durmaksızın koşan belirsiz bir zamanın içinde.
Bir insan neden korkar, neden nefret eder, neden sevmez kendini? Her şey insanın içinde değil miydi? İnsan, neden dışarıda arar, arar, arar bir şeyleri? Neden görmek istemiyor içindekileri ve içindekilerin yansıttıklarını?”
Hiç ara vermeden konuşmuşum. Salon gittikçe kalabalıklaşmış ve düşünceli bir sessizliğe girmişti. Artık sonlara doğru gelmem gerekiyordu.
“İnsan, yargılamayı bırakmalı yahu; yargılamayı ve sürekli bir şeyleri şikâyet etmeyi, eleştirilerle yerden yere vurmayı. Orada başka, burada başka, şurada başka olmayı, hep telaşlı ve endişeli olmayı, kendinden kaçmayı, duygularını bastırmayı... Kendine dönmeli, insan kalabilmek için gayretinin ve ömrünün son damlasını verebilmelidir.”
“Benlik var, benlik var!”
Konuşmamı sonlandırdım alın terimle. Gözyaşları ve alkışlar birbirine karıştı. Salondan çıkarken “Düşüncelerimizi sarsmaya hakkınız yok.” deyip çıkan insan, geri dönüp salonun bir kenarına oturup dinlemişti. Düşüncelerinin sarsılmasına izin vermişti. Duygularına kördüğüm olmamanın ilk adımını atmıştı belki de.
“Şu an herkes kendine ağlıyor.” dedi salonda oturdukları yerde kımıldamadan duran insanları işaret ederek.
Mütebessim bir edayla salondan çıktım. Bulutların dolaştığı, kuşların uçtuğu gökyüzüne baktım, derince bir nefes alıp verdim.
Yer kabuğuna basıp giden insanları izledim sonra.
“Bulutlar yürüyor gökyüzünde,
Kalbimin derinliklerinde,
Zihnimin içinde,
Başımın üstünde,
İnsanlığın sırtında,
Bulutlar yürüyor.”