31. Sayı
Öyküler
Her şey bir ritim tutturmuş gidiyordu.
Silecekler, sayıklamalar, yağmur…
Ritimsiz bir karanlık. Öyle, dümdüz bir karanlığın içinden gidiyorduk, bilmeden. Bilinmezlik Eylülden olsa gerekti. Gök, içimizde büyüttüğü duygudan böbürlenircesine her defasında daha derinden inliyordu. Damlaların zihnimize düşen ritmi bilinmezimizi döverken, görüşümüzü bulandıran damlaların bizatihi kendisi bilinmezimiz oluyordu. Bilemedik o gün o kadar yağacağını, ah Eylül…En sevdiğim ay Eylül. Hüznünü ayrı, bilinmezini ayrı sevdiğim Eylül. Gününü güneşini ayrı, yağmurunu ayrı sevdiğim Eylül. İlk okul günü dönüşü, yaz boyu oyunlar oynadığım arkadaşlarımı sokakta bulamama endişesini boğazıma düğümleyen Eylül… Yine konduruvermişti yüreğime üfledikçe sızlayan sızılardan.
Kurumuş dudaklardan üflenen sayıklamalar da ritmini tutturmuştu o akşam. “Baba, korkuyorum.” diye sayıklayan fondaki ses, bir şiir bir şarkı bekliyordu benden. İyi de benim şiirim, şarkım var mıydı? Benim sızım, bilinmezim vardı. Susamazdım. Bir şeyler söylemeliydim. Gök derininden inliyorsa, ben de sızımdan çağlayabilirdim. Bunun nasıl bir düet olduğu hala bilinmez!
Zor olmuştu söze başlamak. Başlamak hep zordu ya, neyse. Evden çıkmakta zor olmuştu o gün. Kırk türlü soru, olmadık senaryolar, hesaplamalar… Bu iş nereye varırlar kovalamıştı da ancak çıkabilmiştik evden. Şükür ki, valizimizde korkumuz hep hazırdı. Can da korkuyordu. Susamazdım. Utana sıkıla karıştırdım valizi, iyice daldırdım içine elimi ve nihayet buldum sessizliğin omuzlarına atacak bir şal. Can’ın yaşlarındayken ben de gök gürültüsünden korkar; ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilemezdim. Yatağın içinde öylece oturur, gözlerimi çivisi gevşemiş tabloya dikerdim. Saklanacak başka yer yokmuş gibi tabloya saklardım kendimi.
Beyazı yokmuşçasına kapkara, karanlığı sevdirecek kadar parlak bir çift gözle dinlerken hikayemi bir an sustum. Sessizliğimi de dinledi Can. Susamazdım, anlatmaya devam etmeliydim. Ama bir an sustum işte. O an, eski bir dosta rastlamış gibi sevdim bütün bilinmezleri. Aslında içten içe hep sevmişim onları eylül gibi. Fark ettim. Direksiyonu kavradığım gibi kavramıştım bilinmezleri, bilinmezde olmanın ne demek olduğunu. Anlamıştım; içindekilerden tiksindiğim bir valiz, rezil hissettiren bir korku ile parmaklarımın ucunda kıyısından kıyısından yürüdüğüm bilinmezimi… Anlattıkça yol daha görünür olmuştu. Ben bilinmezimle sarmaş dolaş… Bu kucaklaşmayı kutlayan sorular da ritmini bulmuştu artık. Can’ın soruları tempo tutuyordu şarkıma. Şarkım!
“Baba, tablo nasıldı? Hangi renkler vardı? Tablonun neresine saklandın?”
“Bir parça siyahtan nasibini almış bütün renkler vardı. Öyle ki yer yer bütün renkler siyaha yakınsıyor, yer yer fırçada boya kalmamacasına yol almayı başaran darbelerin sonunda saydamlaşan renkler sakladıkları beyazı gösteriyordu. Karanlıkla bütünleşmiş bir dağın yamacına yaslanmış, sınır çizgilerini karanlığa kaptırmış bir ev vardı. Küçücük pencerelerinden süzülen ışık olmasa kimsenin fark etmeyeceği bir ev. Sarısı sıcak, büyüsü tablodan taşan bu ışığın koskoca tabloda aydınlatabildiği tek yer evin önünde kıvrılan, adeta ışığa pervane olan patika yoldu.”
Cümlelerim ön camımıza düşen aydınlık bir şiir olmuştu. Bilinmezimizle akan, kıvrılan bir de şiirimiz vardı artık.
“Hala korkuyor musun?”
“Korkmuyorum baba, ama tablonun neresine saklandın?”
“…”
“Can, bak ileride bir ev var. Oraya saklansak mı?”
“Böyle güzel. Hem zaten yol bizi saklar, değil mi?”
“Saklarmış!”
Saklarmış, bilmezdim. Bilmezdim, herkesin bir bilinmeze koyulup yol olduğunu.