24. Sayı
Öyküler
Küçükken insan hep bir sürrealist, bir aptal olur. Tıpkı çoğu sanatçı gibi düşlerle yaşar, dalıp gider; sanki bir metresmiş gibi sıkıntılı durumlarında onlara sarılır ve etrafı ne kadar kanlı canlı olursa olsun; dokunduğu, gördüğü, işittiği her şey ne kadar gerçek ve sıkıcı olsa da bir türlü kabullenmez çocukken. Hayatı şahane, mutlaka tecrübe edilmesi gereken umut dolu bir şey gibi görüp onu kendisine anlatılan binbir türlü, perili merili, rengârenk masallarla harmanlar. Ah, çocukluk ne aptaldır, ne hoştur! Böyle diyorum diye bana kızmayın ne olur, çünkü eğer bunları söylüyorsam boşa söylemiyorum. Bakın size ne anlatacağım. Ben küçükken -galiba sekiz ya da dokuz yaşındaydım, tam hatırlamıyorum fakat bayağı küçüktüm işte- en sevdiğim şey annemle market, çarşı-pazar gezmekti. Hele o pazarlar... Bir gittik mi içinden çıkamaz, âdeta labirent gibi her bir yolunu dolaşır dururduk. Gezerken annem bana haşlanmış mısır, takı toka, akide şekeri; bonbon, hurma şekeri, Mevlana şekeri, lokum, muska pestil, sosyete şekeri alır; hatta biraz da nazlanırsam bir oyuncak bebek almaya da razı olurdu. O mısır nasıl güzel kokardı pazar boyunca, bir de üstüne hurma şekeri yedim mi... Benden iyisi yok! Markete gittiğimizde de mutlaka şart koşardım; daha evdeyken, “Çikolata yoksa gelmem,” ya da bir yaz günüyse, “Dondurma alacak mısın, ona göre geleceğim,” diyerek başlar, markette kasaya gidene kadar devam ederdim. Sonunda da çikolatamı -ya da dondurmamı, artık ne aldırdıysam- keyifle yer ve ağır olmayan poşetleri ya da poşeti bir ileri bir geri sallayarak taşırdım. Ah, ne güzeldi o günler dertsiz, tasasız. Elim annemin elinde, o bana herkesten çok her şeyini verirken ve bana herkesten çok hayran olurken ne kadar da mutluydum! Konuyu daha fazla dağıtmadan -çünkü bu ebru gibi dağılıp birbirine karışabilir ve hatta kendince ortaya bir lale çizebilir ki bu da duygusallaşmamıza sebep olur ve biz bunu hiç istemeyiz- size anlatmaya başlasam iyi olur. Ben yine böyle pazara gittiğimiz bir günde, bir oyuncak tezgâhına dalıp gitmiş, oradaki rüzgârgülünü çok istemiştim. Sebze bakan annemin ceketinin kolundan çekiştirip “Anne, bak rüzgârgülü! Alalım mı, ne olur, ne olur!” diyor, sürekli olarak bunu tekrarlıyordum (Çünkü ne de olsa etraftaki satıcılar mallarını satmak için bir nara yarışına giriyorlardı ve benim sesim de bu gürültü içinde duyulmaya yetmiyordu.). Annemse arada beni geçiştirip sebze bakmaya devam ediyor ve elindeki şeffaf poşete seçtiklerini atıyor ya da bir bana bir de tekrar önündeki sebze tezgâhına dönüp, “Sonra kızım, sonra Ayşenur,” diyordu. Fakat ben daha da ısrar edince elindeki poşeti doldurması için tezgâhtara verdi ve, “Peki, gel bakalım, gel. Alalım da içinde kalmasın,” dedi. Tezgâhtara geleceğini söyledi ve beraber bu tezgâha çok da uzak kalmayan, hatta neredeyse tam karşısında olan oyuncak tezgâhına gittik. Birbirinden farklı seslerin birbirine karıştığı bu pazar yerinde karşımızdaki adam kendi sesini duyurabilmek için biraz bize doğru eğilerek, yüksek bir sesle, “Buyurun ablam, oyuncaklarımız var. Bebeklerim, kuklalarım, arabalarım, ne istersen var!” dedi. Ve daha sonra da tamamen bana dönerek, “Ne istersin bakalım ufaklık? Bebeklerim var; sarışın, esmer, prenses, peri, ne istersen, hangi çeşidini istersen var! Ya da ne bileyim, ütü var. Hem de pembe! Yemek takımı da var istersen,” dedi, konuştu da konuştu.
Çok iyi hatırlıyorum, o böyle konuştukça ben hepsini alabilirim gibi hissetmiştim. Sanki oradaki rengârenk, şık kıyafetli bebekleri, narin mi narin yemek takımlarını ve daha birçok kız çocuklarının oynaması -ya da belki onlara dayatılacak şeylere şimdiden alışmaları için yapılmış sinsi oyuncaklar da diyebiliriz- için yapılmış ev eşyasını bedavaya dağıtıyorlardı; sanki her çocuğu mutlu etmek için böyle bir iş edinmişlerdi kendilerine. Derken ben bu fikre kendi içimde o kadar kapılmıştım ki, tek bir rüzgârgülü için gittiğim ve zavallı annemi de yanımda sürüklediğim bu tezgâhtaki birkaç şeye de göz diktim. Ve nihayetinde; bir rüzgârgülüm, üç farlı renkte balonum -çünkü balonlara aşırı bir sevgim vardı-, baloncuk yapma oyuncağım -gerçekten bu oyuncağa böyle mi denir yoksa bunun bir adı var mıdır bilmiyorum ama buna da aşırı bir sevgim vardı ve ne zaman onunla oynasam kendimi bir masalın içinde gibi hissederdim-, son olarak da en makyajlı, en süslü püslüsünden bir bebeğim olmuştu.
Oyuncaklar bir poşete konup annem parayı öderken ve satıcıyla sohbet ederken ben de nedense çevreme bakınıyordum ki hemen bu oyuncak tezgâhının yanındaki elma tezgâhına takıldım. Tezgâhta kırmızı elmalar üzerlerine vuran ışıktan mıdır bilinmez parıldıyor, insana bir meyveden çok daha fazlası olduklarını söylüyorlardı. Tabii aralarında birkaç yeşil elma da bulunuyordu ve bu yeşil elmalar bazı yerlerinden hafif sarıya çalıyor, yer yer açılıp koyulaşıyorlardı. Bir de bu tezgâhın başında duran bir satıcı vardı ki işte her şey bu satıcıyla başlamıştı. O çingene gibi esmer, alımlı adam ve onun yanında duran -büyük ihtimalle ailesiydi- balıketinde ve adamın aksine açık tenli kadın ile iki çocuk... Çocuklardan biri -bu arada küçük olan kız, büyük olan oğlandı- galiba benimle yaşıt, diğeri ise benden bayağı bir büyüktü (Liseli olabilirdi.).
Oyuncaklarım annem tarafından bana verildiğinde ben hâlâ elma tezgâhına bakıyordum ki annem bunu fark emiş olmalı çünkü bana, “Elma mı çekti canın? Seversin sen, gel alalım bir kilo,” dedi. Ardından da cevabımı beklemeden oraya gitti, ben de peşinden gittim.
Tezgâhın önünde durduk, annem adama bir kilo elma istediğini söyledi. İşte o an, neden öyle davrandım hâlâ çözebilmiş değilim, bu satıcı adama bakakaldım. Adam annemin isteğine göre elmaları elindeki yeşil naylon poşete doldururken ve kesik kesik bir şeyler söylerken ben, onun o çok keskin hatlı olan yüzüne ve o yüzün üzerindeki, tıpkı elmalarınkine benzeyen garip ışığa -ki yanlış hatırlamıyor ya da bilinçaltımın oyununa gelmiyorsam hava o kadar da aydınlık, güneş o kadar da parlak değildi; parlak olsa bile tam tepemizde duran koca şemsiyelerden dolayı çok da etki edemezdi- fena şekilde kafayı takmıştım. Daha ilk görüşte onun normal bir pazar satıcısı olmadığına karar vermiş ve bu karara da çabucak kapılıp giderek kendime, kendi hayal dünyam içinde sihirli bir ortam oluşturmuştum. Hatta inanmazsınız belki ama o dakikada bu adamı öyle garip şekillere sokmuştum ki kafamın içinde, birisi duysa beni ya deli ya da hayalperest olmakla suçlardı. Çünkü ona payetli bir takım elbise giydirmiş, mücevherle süslemiş ve sağ eline de en güzelinden zümrüt işlemeli, sedef kakmalı, ceviz ağacından yapılmış bir baston tutuşturmuştum. Aslında başta yılan veya kaplan başlı bir baston ile hayal etmiştim onu fakat bu hayal sonradan baklava başlı bir bastona, en sonunda da şimdiki hâline, zümrüt işlemeli, sedef kakmalı, ceviz ağacından yapılmış bir bastona evrildi.
Neyse, kısacası o anda oradaki ben, ben değildim; orada yoktum ve bu adam da, benim aklıma göre, bir pazar satıcısı değil, zengin bir sahtekârdı. Adam bizim poşetimizi doldurmayı bitirdi, ardından da onu tarttı. İçinden birkaç elma çıkarıp tezgâha attı ve sonra küçük bir elma alıp tartıdaki poşete geri koydu. Annemden ücreti alacağı sırada aniden başka bir müşteriye yardım etmesi gerektiği için başka bir tarafa yöneldi. O sırada annem de bu adamın çocuklarından benimle yaşıt olanını görmüştü. Bu çocuğu önce küçük hareketlerle sevdi; iki gözünü birden kırptı, gülümsedi, “Cici kız seni,” gibi sözler söyledi ve sonra da benimle tanışması için yanına çağırdı. Çünkü ben çekingen biriydim ve arkadaş edinmek benim için yemek yapmak ya da on beş katlı bir pastayı şeker hamurundan maketlerle süslemek kadar zordu ki sanırım bu söylediklerim benim için hâlâ zor. Kız, annemin onu çağırmasıyla hemencecik tezgâhın arkasından çıkıp yanımıza gelmiş, tam benim önümde durarak bana gülümsemişti. Böylece Beyza -adı buydu, hatırlıyorum- ile tanışmıştım. Ve anında da arkadaş olmuştuk çünkü o benim aksime çok sıcakkanlı ve kıpır kıpırdı. Belki de küçük yaşta, her gün, o ortamda bulunmasından kaynaklanıyordu bu ya da doğuştan öyleydi, bilemiyorum. Biz hemencecik kaynaştığımız için bir şeylerden konuştuk, bir şeyler söyledik derken Beyza’nın babası da işini bitirmiş ve annemden ücreti almaya gelmişti. İşte tam o sırada, artık kızının benimle konuştuğunu gördüğü için mi yoksa sadece oraya bakası geldiği için mi bilinmez, benden tarafa doğru bakmış ve kara gözlerini kısa bir süre için de olsa, hızla giden bir arabanın keskin ve parlak ışıkları misali benim gözlerimde gezdirmişti. Ardından da aldığı parayı üstündeki koyu mavi önlüğün genişçe olan cebine koyup anneme poşeti uzattı ve gülümsedi. Büyülenmiştim. O adamın bana bakması sanki, “Evet, ben sihirli ve zenginim,” demesi gibiydi. Bunu bana bakarak onaylamıştı. Ve ben o andan itibaren hayal dünyamda birtakım değişiklikler yapmış, orayı genişletmiş ve daha da süslemiştim. Kendi küçük ufkumda kaybolmuştum. Öyle ki annem sebze tezgâhında satıcıya bırakmış olduğu poşeti hatırlayıp onu alması gerektiğini ve benim de istersem burada bekleyebileceğimi söylediğinde çıtımı çıkarmadım. Ah, ne güzel günlerdi o günler! Eve geldiğimizde bile hayal etmekten kopmamıştım. Yeni alınan oyuncaklarımla odama geçmiş ve akşam yemeğine kadar orada -fakat bedenen orada, ruhen ve akıl olarak kendi hayal dünyamda başka bir bedenin içindeydim- oturup binbir türlü şeyler düşünmüştüm. Hatırlıyorum da, şekilden şekle sokmuştum o adamı. Bir sirk sahibi, sihirbaz, bir haydut, ünlü bir aktör, çizgi film karakteri... Aklınıza gelebilecek her türlü uçuk kaçık hayallerden oluşan her şey! Ve bir çizgi film karakteri olarak onu, He-Man, Temel Reis ya da Stanley Ipkiss olarak hayal ederdim. Hatta bir keresinde onu, E.T. filmindeki E.T.’nin bizzat kendisi olarak da hayal etmiştim. Elimde aldığımız baloncuk yapma oyuncağımla odanın içinde bir sürü baloncuk yaparak kendi kendime eğlenmiştim. Akşam yemeği saatinde de hızlıca yemeğimi yemiş ve o adamdan aldığımız elmaları yemek için diğerlerinin de yemeği bitirmesini beklemiştim. Nihayetinde de elmayı yedim. Fakat nedense o gün karın ağrısından yerimde duramadım ve bunun için de sabahtan beri kafamdan çıkmayan şeyi, elmaları, o adamın sattığı elmaları suçladım. Aradan haftalar geçti ve büyük bir meyve-sebze alışverişi için yine annemle pazara gittik. Tabii bu büyük alışverişe kadar da pazara gitmiştik fakat sadece tek tük şeyler almak ve gezmek içindi o gitmeler. Çünkü biz, annemle ben, ne olursa olsun bir markete ya da pazara giderdik. Bu her gün böyleydi ve özel bir şey değildi. Sadece şöyle bir dolanmak ve kafa dağıtmak için bile olsa giderdik.
O gün elimdeki boş pazar arabası arkamda çaresizce sürüklenirken ben, heyecanla etrafa bakıyor ve Beyza’nın yanına gitmeyi bekliyordum. Sürekli annemi çekiştiriyor, o tezgâhtan elma almak için âdeta çıldırıyordum. Nihayetinde Beyza’nın yanına gidebildiğimde ise ona, heyecanlı bir şekilde evde kurduğum hayalleri ve başıma gelen elma olayını anlattım. Beyza da benim babası hakkında anlattığım uçuk kaçık hayalleri ağzı açık dinledi. Ardından da “Ayşenur, saçmalıyorsun. Benim babamın elmaları zehirli değildir ve babam da bir sihirbaz ya da senin o söylediklerinden hiçbiri değildir!” dedi, biraz sinirle (Sinirlenmekte haklıydı da, ne de olsa babasını Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’deki cadı olmakla suçlamıştım.). “Ama gerçekten o elmalarda bir şey vardı! Hem nereden biliyorsun, babanı hiç gizli bir şeyler, mesela sihir yaparken gördün mü? Sihir yapacak olsa yanında yapar mı sanıyorsun?” dedim. Ne de çok kaptırmıştım kendimi! Öyle ki biraz daha konuştuktan sonra Beyza’yı da kendime benzetmiştim. Artık o da babasının bir şeyler olduğuna inanıyordu.
O günden sonra hayallerim daha bir ayyuka çıkmıştı. Ve bu hayalleri her geçen gün, pazara gittiğimizde, Beyza’ya anlatıyordum. O da şaşkınlıkla karışık büyülenmiş gibi dinledikten sonra bana, kendi kurduğu hayalleri anlatıyordu. Mesela; gelen müşterileri kendi kafasında şekilden şekle sokuyor, her bir pazar satıcısını bir sirk elemanına çeviriyor ve üstelik benim annemi de devleri besleyen sihirli bir aşçı olarak görüyordu. Hatta evinizde ya da bahçenizde hiç dev gördün mü, diye bile sormuştu. Böylece ikimiz de Alice’den farksız olmuştuk. Tabii o zamanlar biz böyle konuşup kendimizce bir şeyleri yorumlarken bu konuştuklarımızı duyup bize gülen de olmuştu. Bizim çocuk olduğumuzu göze alarak bu saçmalıklarımızı ciddiye almıyorlardı. Fakat durum şöyleydi ki biz, gayet içine çekilmiştik bu durumun. Ve bir gün, yine böyle konuşuyorduk ki Beyza’nın abisi Mehmet sonunda bu konuştuklarımızı duydu. Ve pazardaki diğer insanların aksine gülmedi. Onun yerine, “Ne saçmalıyorsunuz siz, ana sınıfı mı burası? Beyza, kesin senin saçmalıklarındır bunlar. Rahat bırak müşteriyi. Aylaklık da etme, bir sürü işimiz var. Bak, şuradaki ablanın poşeti tartılmak için bekliyor. Git, tart hadi!” dedi ciddi bir şekilde. Ardından kendi kendine, “Sihirmiş... Yok babam zenginmiş de, takım elbise giyiyormuş. Hem de en pahalısından, en bir sihirlisinden... Çocuk işte! Anca saçmalasın!” diye söylendi ve güldü. O olaydan sonra Beyza ile bir daha konuşamadım. Galiba ailesi izin vermiyordu, bilmiyorum. Fakat ben, Beyza ile konuşamasam ve artık tamamen yalnız kalsam da hayal dünyamdan, o gizemli pazar satıcısından -en azından bana göre gizemli- vazgeçmedim. Her gün yeni bir şeyler uyduruyor ve uydurduğum şeylerin de resmini çiziyordum. O kadar resim çizdim ki sonunda bir çizgi roman yapmış olduğumu söyleyebilirim. Ve bugüne kadar da o hayal ile büyüdüm.
Yaşım ilerleyip genç kız olduğumda bile, o pazara gidip o adamı gördüğümde hâlâ aynı şeyleri düşünüyordum ve buna kendimi ne kadar inandırdıysam bir gün onun gizli kimliğinin açığa çıkacağını sanıyordum. O günü, alçaklığının sergileneceği o günü, heyecanla bekliyordum. Bana bakan, yarı kapalı gibi duran gözlerinin bir anda canlanıp da fal taşı gibi açılmasını, hızlı ve göz kamaştırıcı bir şekilde dönüşüme uğramasını, o payetli takımını giyip de elindeki bastonu bir kez yere vurup ardından da neşeli bir şekilde havaya kaldırıp sallamasını o kadar istiyordum ki... Hatta belki kanatları bile çıkar, diyordum içimden. Ah, ah! Çocukluk, çocukluk... Aptallık işte! Şimdi bile, ki kocaman kadın oldum, o adamı hep bir alçak, zengin bir sirk sahibi ya da sihirli bir yaratık olarak düşünürüm.