23. Sayı
Öyküler
Gece oldu mu onu düşünme görevi başlardı. İnsan kaybedene kadar elindekinin değerini bilmezdi. O da bu akıma kapılmış, yıllardır onu yeniden görmenin hayaliyle yaşıyordu. Bir şişe şarabı bitirmeye yakın, etrafındaki insanların konuşmaları bir gürültü topu olmuştu.
İlk oturduğunda böyle değildi. Sırayla her masanın ne konuştuğunu merak edip kulak kesilip dinlemişti, her akşam yaptığı gibi… Farklı hikâyeleri ve dertleri dinlemeyi seviyordu. Oysa dostlarının dert anlatmak için seçeceği en son adam kendisiydi. Aklında dönüp duran anılarını dinlemekten bıkmış insanlar artık ona da bir şey anlatmıyordu. “İnsan bir yaştan sonra çevresini daraltmalı, boş ver.” diye geçirdi içinden.
Yan masadaki kadın, iş yerindeki çekilmez mi çekilmez müdürünü anlatıyordu son iki saattir. Belki de buydu konuşulanları gürültü hâline getiren. Derdin varsa derdini içinden çekip alıp önce bir güzel kaynatıp, suyunu süzmeden, çünkü o zaman tadı kaçar, sıcağı sıcağına dökmeliydin dostunun kucağına. Dert anlatmanın da bir adabı olmalıydı, bir edebiyatı, bir şiirselliği. Dümdüz yaşayan insanlardan nefret ederdi. O böyle değildi, o dediysem o, yani Leyla…
Leyla’yı ilk defa bir kitapçıda görmüştü. Aradığını bulamadığında imdadına yetişmişti Leyla… Kitabı rafından şak diye çekip alıp şak diye Kemal’in avucuna tutuşturmuştu loş kitapçı koridorunda. Ama insan bir şeyini kaybettiğinde onu karanlık yerine önce aydınlıkta aramayı seçmez miydi?
Bu aydınlık yerden usanmıştı. Kalkıp daha sakin bir yere geçmek akıl işiymiş gibi geldi. Hesabı istedi, biraz da fazlasını bırakarak kalktı masadan. Ağzına hemen bir sigara tutturdu ve Alsancak’ın dar sokaklarına daldı.
Onu kaybetti diyorum ama aslında Leyla hiç onun olmamıştı. Neşesi o kadar fazlaydı ki başka kimseye ihtiyacı yoktu onun. Onu dışarıdan gören “Ne kadar sıradan bir kız.” diye düşünebilirdi. Hafif balıketinde oluşu, düz kumral saçları ve kahverengi gözleriyle kimsenin dikkatini kolay çekmezdi. Çekmesindi de zaten. Ama onu tanıyanın ona âşık olmaktan başka şansı yoktu, bayım. Neşesiyle insanı mest eder, sonra da düşürdüğü hâlle alay ederek kaçar gider, seni soru işaretleriyle bırakıp tırnaklarını kemirmene neden olurdu.
Kıbrıs Şehitleri’ne çıktığında sahile dönmek için ilk solu kolladı, sonra vazgeçti, diğer soldan da çıkabilirdi pekâlâ. İzmir’in bu kolaylığını seviyordu. Seçtiği sokakta dilenen kara bir çocuk gördü. İçi cız etti, Leyla çocukları çok severdi. Hemen çıkardı cebinden bir yirmilik, tutuşturdu çocuğun eline. Her hareketinde Leyla onu izliyormuş gibi yaşamaya alışmıştı. Neden istememişti ki onu hayatında? Hâlbuki tam da onun istediği gibi yaşıyordu. Temizliğine dikkat eder, üstüne başına bakar, modadan uzak ama yakışan renkleri seçer, oturmasını kalkmasını bilir olmuştu. Kitaplara da daha bir âşık olmuştu. “Bunu okuyup Leyla’ya anlatmalıyım.” diyerek kitap seçiyordu artık. Derin bir nefes aldı sigarasından ve ergenlerin oturduğu masaları bir bir geçerek sahile çıktı. Her tarafı kalabalık, her noktası insan doluydu sahilin. Nefes alamadı ve bildiği aydınlık kalabalığa geri döndü. Biraz dolaşır eve dönerdi nasılsa.
Kavga eden iki genç gördü, birkaç kişi durmuş onları izliyordu. Biri diğerine “Uzak dur oğlum benim manitamdan!” dedi. Aferin, erkek dediğin sevgilisini böyle sahiplenmeliydi. İzin verseydi o da Leyla’yı sahiplenirdi. Aman canım köpek mi bu diye düşünüp güldü içinden. Artık sadece Leyla’nın istediği gibi yaşamıyor, onun gibi düşünüyordu da. Diğer çocuk bağırdı “Kız beni seviyor, çekil aradan!” Herkes merakla izliyordu, yumruklar da devreye girince bir iki kişi ayırma girişiminde bulundu ama kimse niye ayırmıyorsunuz demesin diye gibiydi. O sırada soldaki kapıdan bir kadın çıktı. Gecenin karanlığında önce kısa sarı saçlar dikkatini çekti, sonra güldüğünde çıkan o sol yanağındaki gamzesini gördü kadının. Gamzesi ve kahverengi gözlerini görmese o saçlarla uzaktan tanıyamazdı. Bu imkânsızdı. Her yerde aradığı Leyla’sı tam karşısındaydı. Tam karşısındaydı dediysem arada bir sürü insan vardı ve ona bu kavgayı yarıp ulaşmalıydı, onun için şu an sadece ikisi vardı ve kafasının içinde konuşmaya başlamışlardı bile.
Öte yandan kavga büyümüş, gençlerin arkadaşları olaya dâhil olmuştu. Kemal kalabalığı yarmaya çalışırken havadaki bir yumruktan nasibini aldı ve iki seksen yere serildi. Dudağı patlamıştı. Şimdi zamanı değildi, bir an önce kalkıp Leyla’sına kavuşması lazımdı. Eliyle dudağının üzerine bastırarak kalktı ve koşarak kadının yürüdüğü caddeye bıraktı kendini.
Her adımında onu arıyor, her adımında “Leyla!” diye bağırmak geçiyordu içinden. Tanrım, ne kadar güzel bir isim o öyle! İlk duyduğunda da aynısını düşünmüştü. Bu melek gibi, anaç ama özgür, muhteşem kadına yakışan daha muhteşem bir isim olamazdı. Bir yandan da kafasında kurup duruyordu, onu yakalasa ne diyecekti? Ne konuşacaktı? Hiç bu kadar yaklaşmamıştı ki, yaklaşırsa ne yapacağını düşünmemişti. “Aman…” dedi, “O ne isterse onu konuşuruz.” Çünkü onun her zaman söyleyecek bir şeyi vardı. Neşesiyle sizin başınızı döndürürken dalgasını geçip kenarına çekildiğinde de sizin için en iyisini istediğini bilirdiniz. Bu, Leyla’yı bir azize yapıyordu. O Kemal’in tanrıçası, Madonna’sı, Mata Hari’si, her şeyiydi. Leyla her şey olabilirdi, her figüre oturabilirdi, her yerde kalabilirdi ama hiçbir yere ait değildi.
Gömleği terden sırılsıklam, ağzında kan tadıyla koşturuyordu. Yoktu. Bir iki kadını o zannederek kolundan tutup çevirmiş ve her seferinde hayal kırıklığına uğramıştı. Başarmak zorundaydı, duramazdı. Gerekirse cadde boyunca adını seslenerek kendisini rezil edecek, ama Leyla’yı bulacaktı. O sadece Leyla için bu kadar makyavelistti.
Sonunda gördü onu, paralel sokağın başında, bir motorun üzerinde, bir zibidinin arkasında oturup o yüksek neşesiyle gülerken… Göz göze geldiler. Leyla’nın gözlerinden biraz hüzün, biraz da “Mutluyum.” sözü aynı anda geçti. İnsan mutlu olduğunda bunu dile getirmez pek diye düşündü. Eğer bana bunu söylüyorsa mutlu değildir dedi içindeki ses. Bir hamle yapması gerekiyordu ama elinden bir şey gelmiyordu. O Leyla’ya hayrandı ve hayranlık uzaktan gerçekleştirilebilecek bir eylemdi. Ona sahip olabilme ihtimalini hiç düşünmemişti ki şimdi ne yapsın? Leyla gözleriyle “Gelmiyor musun?” diye sordu. Kemal de “Gelmiyorum.” dedi. Ne Leyla geldi ne de Kemal gitti.
Kalbinde bir yerlerde bir oda açıldı sanki. Kalbinin tüm odaları güneşliğe bakıyormuş da bir bu açılan aydınlığa bakıyormuşçasına. Sonra o aydınlığa bakan pencere aralandı. Tertemiz, mis gibi bir hava girdi içeriye. Leyla’nın güzel kahverengi gözleri miydi onun içini bu kadar açan yoksa şu an istese ona sahip olabileceği düşüncesi mi? Bilemedi, çok da üzerinde durmadı. İnsan sahip olmayı bu kadar istediği bir şeyi bu kadar kolayca bırakabilir miydi? Her nefes alışında biraz daha bırakıyordu Leyla’yı.
Uğruna gömlek seçmeyi öğrendiği, kitap okurken not almaya alıştığı kadın sokaktaki herhangi bir kadındı şimdi. Sigarasını yere atıp ayağının ucuyla usulca ezdi ve bakışlarını yerden alıp sağındaki sokağa teslim etti, o yöne doğru yürümeye koyuldu. Gecenin karanlığı, insanların uğultuları, gelip geçen yemek kokuları aldı götürdü Leyla’yı.