Okuma süresi 4 dk

Ajanda

Yazar

Asuman Çıtlak

33. Sayı

Öyküler

       “Kimse yok mu?

        Sesimi duyan yok mu?

        Sıkıştım kaldım burada,  27 Ocak’ta...”

Belki her günüm bu cümleleri tüketmeye çalışmakla geçti. Cümleler tükenmedikçe onun tükendiğini gördüm. O farkında değildi onu kemiren bu durumun. Sanırım çok çalışmaktan kaynaklanan okkalı ama onurlu bir yorgunluk olarak yorumluyordu olanları. Kemirgenlerini başka bir kemirgene emanet etmiş ya da hepsini bir kafese tıkmıştı da kendince iti ite kırdırıyordu. Çok kestiremiyordum niyetini. Nihayetinde yapıp ettikleri benim gözümde, parmakların arasında dönüp duran kalemin düşünce örgüsünden kaçan ilmekleri yakaladıkça çarpık çurpuk çizgiler olarak kâğıda bırakmasından ibaretti. Onun hakkında bilmediğim çok şey olsa da bana değer verdiğini biliyordum. Önemli gördüğü birçok şeyi benimle paylaşıyor, beni yanından ayırmıyordu.

O gün yine beraberdik. İnsanların nefes alabilme yetisinin kutlandığı o kutsal boşlukta, öğle arasında, yemekli bir merasim yerine sessizliğe düşebileceğimiz pencereleri güzel olan bir kafeye gitmiştik. Pencere önemliydi. Belki de koca koca binaları nefeslendirişindeki güçle nefese zoraki bahşedilen itibarın samimiyetsizliğini alıp içimize biraz mavi bıraktığı için önemliydi. Sessizlik ikimize de iyi gelmişken ne gerek vardı bilmiyorum kaleminin sert, kesik kesik soluğuyla siyahından sessizliğe akıtmaya. Maviye biraz daha yer açmak için değildi elbet! İşte o an, belki de kafesteki en besili kemirgeni salmaya niyetlenerek “Kimsin sen?” demek istedim. Yanımıza gelen çocuğun, ona iletmek üzere bana iliştirdiği notu görmesem diyecektim de. Göz ucuyla okudum notu:

Haritası olanlar kaybolmaz sanıyorsun. Yazıyorsun, çiziyorsun, tikler atıyorsun. Kaybolmadım sanıyorsun. Kâğıdın arkasında bir harita var. Sandığın gibiyse kaybolmaktan korkmazsın.”

Onu biraz olsun tanıyorsam bu meydan okumaya pabuç bırakmazdı. Bırakmadı da. Hemen notlar alıp planını yaptı ve yola koyulduk. Tabi ki ben de bu macerada onun yanında olacaktım. Aksi düşünülemezdi. Odaklanmasına yardım edecek, zaman zaman kopuk düşüncelerini bana boca etmesine izin verecektim. 

İlk olarak, yönergedeki gibi haritayı takip ederek Hisar içindeki tarihi sokaklardan birine gittik. Gözlerinde pirelerin verdiği huzursuzluğu öteleyip avının peşine düşen yırtıcı bir hayvanın iştahı vardı. Burada eski bir esnaf lokantası bulması isteniyordu. Lokantaya gidip bütün yemeklerden tadacak, en sevdiği tarifi hemen oracıkta uygulayacaktı. Dudağının kenarındaki gevşemeden anlamıştım “çocuk oyuncağı” diye düşündüğünü. Ne de olsa bir harita, bir yönergeydi. 

Yirmi çeşit yemeği bir nefeste denedi. Sonrasında boş bir bakışla masayı süzdü. Anlıyordum. Hangisini sevdiğinin ne önemi vardı ki? Birini seçip yapsaydı ya. Bu zamana kadar sevmek için yememişti ki! Karnında bir ağrı hissedince gözü saat aradı. Saate ihtiyacı olmadığını fark edince kendisine hırslanarak “Zaman kısıtlaması yoktu ki! Neden bu kadar hızlı yedim?” diye söylendi. Zamansız yememişti ki! İçlerinden en baharatlı olan tarifi seçip yapıverdi. Sonraki adımda şöyle yazıyordu: 

Yaptığın yemeği en çok beğeneceğini düşündüğün kişiye götür ve ondan sana bir not yazmasını iste.”

Bu kadar baharatlı bir yemeği kim severdi? Annesi hayatta olsa onun elinden ne olsa yer, beğenirdi. Çok olmuştu, hem de ne çok olmuştu mezarına bile gitmeyeli. Kim sever bulamadı da silik silik yazdığı isimlerden. Kim sevmez hemen buluverip üstünü çizdi. Müdürü Haşim Bey... Haşim Bey’in baharata hassasiyeti vardı. Sırf bu yüzden yemekhanede baharatlı yemek çıkmıyordu. O da alıştı zamanla baharatsız yemeklere. Öyle alıştı ki eksik listelerinde dahi göremez oldum baharatları. Canlı, sabırsız ve kesintisiz bir kalem hareketiyle “Mehmet” yazdı. Ben de tanımıyordum. Sonradan öğrendim. Çocukluk arkadaşıymış. Acı biber yeme yarışına girer, yarışı hastanede bitirirlermiş. 

O, Mehmet’in evini hatırlamaya çalışırken dar, dolambaçlı sokaklarda savrulmaya başladık. Bazen geçtiğimiz yerlerden tekrar tekrar geçip yorulunca bir kahvede soluklanıyorduk. Molalarımızın birinde, daha önce şahit olmadığım huzuru nadiren şahit olduğum şairliğini hatırlattı. Bir keresinde şöyle yazmıştı bana:

Soramam “Neredesin?” diye

Düşemem peşine

Sokak lambaları ekelesem. Ne çare?

Kaybolurum.

Nihayet evi bulduğumuzda heyecanlıydı. Yıllardır görmediği çocukluk arkadaşının onu nasıl karşılayacağını bilmediğinden biraz da gergindi. Zamanın yenildiği bir gün yaşıyorduk. Samimiyetin sıcaklığı onca yılı eritmiş, baharatın harareti sohbetin hararetine karışmıştı. Mehmet hem bu ziyaretten hem de yemekten çok mutlu olmuştu. 

Sıra notu yazmaya geldiğinde temiz sayfalarımdan birini açtılar. 28 Ocak. Mehmet yazdı:

Gerçeğinden kopan sıkışır

Gerçeğini arayan kaybolur.

Kalemi eline aldı:

Soramazsam kaybolamam

Sıkışır kalırım.

Kimsin sen?

28 Ocak, onun ajandalı kaçışının son günü.