Aşk Üzerine

Yazar

Demirkan

5. Sayı

Öyküler

Kuzeye nazır penceremden yel eser,

Yüküm, çilem hepsi kadere matuf…

Dünüm, bugünüm, yarınım… Yolumu keserler.

Kapı çaldı. Seri hareketlerle içeri giren genç alelacele ceketinin üst iki düğmesini açtı. Terlemiş, bir yarıştan çıkmışa benzer haldeki gençte dikkatleri çeken, gömleğinin rengi değişmiş yakası değil de gözlerindeki muhteşem parlaklık oluyordu. Mamafih yarışı da kazanmışa benziyordu.

-    Usta, oldu… Oldum!
-    Ne oldu evlat, nedir bu telaş?
-    Âşık oldum usta! Ah bir görsen... Bir görsen o gözleri… O bakışı… Kayboluyo-rum gözlerinde. Hiç çıkmak istemediğim deryalardaymışçasına yüzüyorum derinliklerinde!
-    Dikkat et evlat. Senin olana kadar belediye havuzu gibidir o gözler. İzinsiz girmek olmaz.
-    Yapma be usta! İki dakika yaşayayım şurada duygumu. Hem, deniz dedim ama kahverengi gözleri… Ama çok ilginçtir, bir deryada gibi hissediyorum kendimi bakarken. Belki de bilmediğimden, kapkaranlık dehlizlerde kaybolmanın nasıl bir his olduğunu... En nihayetinde kendimi alamıyorum bu engin gizeminden o gözlerin.
-    Boğulsam da, kaybolsam da, diyorsun yani?
-    Ayyne...

Genç durdu:

-    Ya Ustam be, Allah’ını seversen be… N´olursun… Beş senelik çırağınım. Kalfalığım gelmiş, diyorum ki “Beni anlarsa bir ustam an-lar.”, sen de nasıl anlıyorsun ama yani?
-    Bir şey demedim ki evlat. Hem boğulmakta ne var, sevdiğinin gözlerine kem göz değmemesi için?
-    Öyle desene be ustam… Tabii... Tabii tabii… Canım feda o gözlere…
-    Yani gözüne vuruldun sen şimdi öyle mi?
-    Sadece gözü olur mu? O ince uzun parmaklar… Narin mi narin… Dokunmak istesem kırmaya korkacağım bir dal, okşamak istesem bırakmak istemeyeceğim ipek bir kumaş...

Yaşlı adam biraz kısık bir ses ve biraz da tebessümvârî bir hava ile araya girdi:

-    İpek de erkeğe haram ama…

Gençse dalgın ve adeta duymamışçasına devam etti anlatmaya:

-    Ah o örgülü saçları… Simsiyah bir düğüm beni derdest eden… Kısa, hafif kalın o karakaşlar... Kendinden emin ve bir o kadar da vakur o bakışların altındaki o medar-ı hayat dudaklar… Ah ustam ah! Bir altın, bir gümüş olsam… Dövülmek isterim, o tende bir ziynet olmak, olabilmek için. Hoş, o inci dişlerin yanında yine esâmem okunmaz ya… En azından o zaman değer kazanırım belki...

İhtiyar, sakin ve gözlerinde hafif bir tebessüm ile usulca yerinden kalktı. Gençten gözünü ayırmıyor, genç de ustasının ağzından çıkacak bir kelâmı bekliyordu. İhtiyar, gözündeki tebessümü diline indirip gözlerini merakla doldurdu ve sordu:

-    Kıza “âşık” oldun mu peki?
-    O ne demek usta, ne anlatıyorum sabahtır sana ben!?
-    Hayır; ben karakaş, kara gözden başka bir şey duymadım da, teyit etmek istedim.
-    Kırıcı oluyorsun ama usta!
-    Öyle mi dersin genç âşık?
-    Öyle!
-    Peki öyleyse; kapa gözlerini, aç kulaklarını beni dinle. Mümkünse, kalbinle…

“Yok olsa yarın o kara kaşlar, gözler ve dudaklar; ya yıpransa o narin çiçekten elleri; yine o düğüm düğüm örgülere düşüverse aklar… Ya ihtiyar bedenlerde ne tutar sevenleri? Onun için sevgili evladım açmadan gözlerini, bahset bana aşktan! Bu sefer ama en baştan… Ne gördüğünü bilerek ve hissederek…”

Genç, etkilenmişe benziyordu. Senelerdir yanındaydı ihtiyar ustasının ki sözüne itimadı tamdı. Gözlerini kapadı ve anlatmaya başladı:
-    Karanlık usta… Her yer karanlık… Karanlık içinde bir sima görüyorum sadece. Önümü, arkamı, sağımı, solumu aydınlatan... Ki nereye baksam onu görüyorum! O usta! O!
O ve yalnızca o!

İhtiyarın yüzünü bir tebessüm sardı.

-    Aç şimdi gözlerini genç, yanıma geç ve otur. Sevmek, naçizane fikrimce budur. Bırak da karakaş, karagöz aşkının sana hediyeleri olsun, ha? Tabi tercih sana kalmış ya, gönlün bilir.

İhtiyar, tebessüm etmeye devam etti. Gencin de yüzünü bir gülümseme kaplamıştı. Dağların arasından gelen yel, deniz kokularını pencereden içeri taşırken; ihtiyar, yükünü bırakmış bir ruh hali ile müsterih, gençse, kendini mutmain ve daha güçlü hissediyordu.