24. Sayı
Öyküler
Dönüp dolaşıp takvim yapraklarını en ince detayına kadar irdeliyordu. Bir yaprağı belki bin defa okumuÅŸtu ve okumaya devam da ediyordu. Kendisini hatırlamak istiyordu. Ama ne yaparsa yapsın hatırlayamıyordu. Hatırlamayı bırak anımsayamıyordu bile. Etrafındaki insanlar ve doktorlar zamana bırakmıştı kendilerince ve onun da zamana bırakması gerektiÄŸini düÅŸünüyor ve mütemadiyen tekrarlıyorlardı bu düÅŸüncelerini. Kimse anlamak istemiyordu. O ise, kendini yiyip bitiriyordu. Ä°nsan, kendinsiz bir hiçti. Bir boÅŸluktu.
SoluÄŸu kesik kesikti. Kimseyi dinlemek istemiyordu artık, tahammülü yoktu. Yedi yüz altmış sekiz gündür hem unutmanın hem de hatırlayamamanın kavuruculuÄŸuyla yanıyordu. “Kimim ben?” diye deli divane mekik dokuyordu. Ayakta durmakta güçlük çekiyordu. Zihni başıboÅŸ düÅŸüncelerle sarmalanmıştı. Birden ne yapacağını ÅŸaşırdı.
BilmediÄŸi kendine katlanamıyordu. Kaldı ki kendimizi bildiÄŸimizi zannettiÄŸimiz biz insanlar ne kadar katlanıyoruz kendimize; gerçekten katlanabiliyor muyuz kendimize?
YemeÄŸini odasına hep ben götürüyorum. O, her defasında “Sen kimsin, adın ne?” gibi sorularla gözlerimi dolduruyordu. DüÅŸünceler hissetmesine izin vermiyordu.
Herkes onun bu hâline alışmıştı. Kendimi onun yerine koyuyorum ve saatlerce etkisinden çıkamıyordum. Kim bilir o nasıl bir etkiye hapsolmuÅŸtu. Çok meÅŸakkatli bir yoldu onunki. Yedi yüz altmış sekiz gün... Dile kolay! Kendinsiz bir yaÅŸama nasıl alışılırdı ki?
Hiçbir ÅŸey ne göründüÄŸü gibiydi ne de olduÄŸu gibi...
Bugün odasına yemeÄŸini götürdüÄŸüm sırada, odasından bir ses iÅŸittim. Ä°vedilikle elimdekileri yere bırakıp kapısını açtım; korkudan dilimi yutmak üzereydim. Boylu boyunca yerde uzanıyordu.
“Kendimi bir kuÅŸ olarak hayal ettim.” dedi hiç kıpırdamadan.
Anlam veremiyordum. Odanın her tarafı takvim yapraklarıyla doluydu. Birlikte dışarı çıkıp biraz yürümeyi teklif ettim. O ise reddetti.
“Takvim yaprakları...” dedi. “Takvim yaprakları, annemi anlattı bana, sonra doÄŸduÄŸum anı... Yani zamanı! Ben doÄŸarken ölmüÅŸ annem... Ah! Ah! Hatırlamak çok korkunç. Hatırlamak istemiyorum; tekrar unutmak mümkün mü?”
Hatırlamıştı; evet ama nasıl, nasıl? Yedi yüz altmış sekiz gün... Yedi yüz altmış sekizinci günde hatırlamıştı. Onca zaman sonra.
Takvim yaprakları, yani zaman; önce elini tutup unutturmuÅŸtu. Åžimdi de yine, elinden tutup hatırlatmıştı. Çünkü zamanın kıyısı yoktu. Sarılmak istiyordum ben babama. Acaba beni de hatırlıyor muydu? Nasıl olacaktı bugünden sonraki yaÅŸantımız?
“Tekrar unutmak mümkün mü?” diye tekrarlıyordu; “Bugünden önceki günlerde hatırlamak mümkün deÄŸil mi?” diye sorduÄŸu gibi. Gözleri kapalıydı.
“Ne demek üryan?” diye sordu.
Üryan mı? Anlamakta güçlük çekiyordum; ne aÄŸlayabiliyor, ne de gülebiliyordum. Havsalam almıyordu. Bu ÅŸekilde hayal etmemiÅŸtim.
Uzandığı yerden doÄŸruldu; parıldayan gözlerle bana bakıyordu. Hatırlamıştı beni. Onunla aynı kaderi yaÅŸayan beni hatırlamıştı. O, doÄŸarken annesini kaybetmiÅŸti; ben doÄŸarken annemi kaybetmiÅŸtim ve tuhaftır ki, ikimize de zamanı anlatan tek ÅŸey takvim yapraklarıydı. Unutmayı ve hatırlamayı...
“Üryan, çıplak demek.” dedim. “Bana sen anlatmıştın baba; insan, üryan doÄŸuyor ve üryan ölüyor. Ä°nsan, çıplak doÄŸup, çıplak ölüyor.”
Zamanın kıyısı yoktu çünkü...