Dönüp dolaşıp takvim yapraklarını en ince detayına kadar irdeliyordu. Bir yaprağı belki bin defa okumuştu ve okumaya devam da ediyordu. Kendisini hatırlamak istiyordu. Ama ne yaparsa yapsın hatırlayamıyordu. Hatırlamayı bırak anımsayamıyordu bile. Etrafındaki insanlar ve doktorlar zamana bırakmıştı kendilerince ve onun da zamana bırakması gerektiğini düşünüyor ve mütemadiyen tekrarlıyorlardı bu düşüncelerini. Kimse anlamak istemiyordu. O ise, kendini yiyip bitiriyordu. İnsan, kendinsiz bir hiçti. Bir boşluktu.
Soluğu kesik kesikti. Kimseyi dinlemek istemiyordu artık, tahammülü yoktu. Yedi yüz altmış sekiz gündür hem unutmanın hem de hatırlayamamanın kavuruculuğuyla yanıyordu. “Kimim ben?” diye deli divane mekik dokuyordu. Ayakta durmakta güçlük çekiyordu. Zihni başıboş düşüncelerle sarmalanmıştı. Birden ne yapacağını şaşırdı.
Bilmediği kendine katlanamıyordu. Kaldı ki kendimizi bildiğimizi zannettiğimiz biz insanlar ne kadar katlanıyoruz kendimize; gerçekten katlanabiliyor muyuz kendimize?
Yemeğini odasına hep ben götürüyorum. O, her defasında “Sen kimsin, adın ne?” gibi sorularla gözlerimi dolduruyordu. Düşünceler hissetmesine izin vermiyordu.
Herkes onun bu hâline alışmıştı. Kendimi onun yerine koyuyorum ve saatlerce etkisinden çıkamıyordum. Kim bilir o nasıl bir etkiye hapsolmuştu. Çok meşakkatli bir yoldu onunki. Yedi yüz altmış sekiz gün... Dile kolay! Kendinsiz bir yaşama nasıl alışılırdı ki?
Hiçbir şey ne göründüğü gibiydi ne de olduğu gibi...
Bugün odasına yemeğini götürdüğüm sırada, odasından bir ses işittim. İvedilikle elimdekileri yere bırakıp kapısını açtım; korkudan dilimi yutmak üzereydim. Boylu boyunca yerde uzanıyordu.
“Kendimi bir kuş olarak hayal ettim.” dedi hiç kıpırdamadan.
Anlam veremiyordum. Odanın her tarafı takvim yapraklarıyla doluydu. Birlikte dışarı çıkıp biraz yürümeyi teklif ettim. O ise reddetti.
“Takvim yaprakları...” dedi. “Takvim yaprakları, annemi anlattı bana, sonra doğduğum anı... Yani zamanı! Ben doğarken ölmüş annem... Ah! Ah! Hatırlamak çok korkunç. Hatırlamak istemiyorum; tekrar unutmak mümkün mü?”
Hatırlamıştı; evet ama nasıl, nasıl? Yedi yüz altmış sekiz gün... Yedi yüz altmış sekizinci günde hatırlamıştı. Onca zaman sonra.
Takvim yaprakları, yani zaman; önce elini tutup unutturmuştu. Şimdi de yine, elinden tutup hatırlatmıştı. Çünkü zamanın kıyısı yoktu. Sarılmak istiyordum ben babama. Acaba beni de hatırlıyor muydu? Nasıl olacaktı bugünden sonraki yaşantımız?
“Tekrar unutmak mümkün mü?” diye tekrarlıyordu; “Bugünden önceki günlerde hatırlamak mümkün değil mi?” diye sorduğu gibi. Gözleri kapalıydı.
“Ne demek üryan?” diye sordu.
Üryan mı? Anlamakta güçlük çekiyordum; ne ağlayabiliyor, ne de gülebiliyordum. Havsalam almıyordu. Bu şekilde hayal etmemiştim.
Uzandığı yerden doğruldu; parıldayan gözlerle bana bakıyordu. Hatırlamıştı beni. Onunla aynı kaderi yaşayan beni hatırlamıştı. O, doğarken annesini kaybetmişti; ben doğarken annemi kaybetmiştim ve tuhaftır ki, ikimize de zamanı anlatan tek şey takvim yapraklarıydı. Unutmayı ve hatırlamayı...
“Üryan, çıplak demek.” dedim. “Bana sen anlatmıştın baba; insan, üryan doğuyor ve üryan ölüyor. İnsan, çıplak doğup, çıplak ölüyor.”
Zamanın kıyısı yoktu çünkü...