Ziyaret

Yazar

Ali Aytar

27. Sayı

Öyküler

Sanırım ayakkabısının altı delikti. Delik dediysek öyle kocamanından değil. Yine de sağ ayağının altının ıslandığını ve bu durumdan bir hayli rahatsız olduğunu dışarıdan bir gözle izlediğimde anlayabiliyordum. Acelesi olmasaydı yağmurun dinmesini bekleyebilirdi. Aman vermeyen bir yağmur altında kendini kapının önüne atmıştı. Aceleci adımlarında şu an için bir sakinlik hakimdi. Yağmurun oluşturduğu taşra kenti göletlerinin içine düşmemek için epey bir çaba sarf ediyordu. Açıldığında bir iki telinin kopmuş olduğu beliren, lise yıllarının en sadık dostu olan şemsiye ile dertleşerek ilerliyordu. Bu ayakkabı delinmesi meselesi de sinirlerini alt üst etmişti. Bu ihmalkarlıkla bir gün yığılıp kalacaktı. Sağ ayağı, ayakkabının içerisinde oluşmuş olan gölette her adımda farklı sesler çıkarıyordu. Bir ara ayakkabısını çıkarıp, eliyle duvardan tutunarak destek aldı. Saçak altında biraz beklemişti ki yağmur şiddetini azaltacağına bilakis artırdığından ayakkabısını ayağına geçirir geçirmez tekrardan yola koyulmuştu. Üşümüştü. Ama nihayet gelmişti. Evet burası olmalıydı. Solmuş renkleri ile yıllardır dış cephe boyası yapılmamış bir binayla karşı karşıyaydı. Bina dediysek öyle çok katlı olanlarından değildi. İki katlı olup çatı katıyla beraber üç katlı diyebilirdik. Her katın onun hayatında bir anlamı vardı. Birinci kat, bebeklik ve çocukluk yıllarını temsil ediyordu. İkinci kat, ilk ergenlik yıllarına götürürdü onu. Başında kavak yelleri esen o ihtiraslı yıllarında ikinci katta bulunan misafir odasına kitlerdi kendini. Üçüncü kat yani çatı katı onun Ankara dönüşü bir iki günlük izinlerinde sığındığı noktasıydı. Orada eskileri yad eder yenilere birer selam çakardı. Hüznü bu çatı katı döşemelerinde bırakmayı çok isterdi. Her kat onun hayatında birer merhale idi.

Boyası solmuş bina kapısının önüne dayanmıştı. Aceleci tavrına telkinlerde bulunmayı da ihmal etmiyordu. Kendisini toparlar toparlamaz kapının zilini çaldı. Kısa bir bekleyişin ardından kapı aralanmıştı. İnce bir “Hoş geldin.” duyulmuştu. Yıllardır bildiği evi daha kapının eşiğindeyken yabancılamıştı. Ayaklarının ıslanmış olduğunu hatta en çok da sağ ayağının ıslandığını dile getirmek istemedi. Neyse ki çorapları siyah renkliydi. Günzira için siyah, yanlışların üzerine geçirilebilecek en güzel renkti. İçeri girer girmez halıya bastığı an ayaklarının hakikaten epeyce ıslanmış olduğunu fark etti. Buruk bir ses tonuyla, “Durumu nasıl?” diye sorabilmişti. Ancak karşı taraftan dilden dökülen bir cevap alamamıştı. Herkes vaktini yaşardı. Uzaktan uzağa da olsa sevgi dolu gözlerle ziyaretini tamamlamıştı. Günzira, suskun gevezeliğin tahammül zırhlısıydı. Sessizce müsaade istedi. Yukarıdaki odada biraz dinlenmeyi düşünüyordu. Merdivenlerden üst kata yolculuk ederken, anılar matinesine bürünmüştü. Odaya girer girmez tenine yapışmış olan ıslak çoraplardan kurtulmak istedi. Yavaşça teniyle çoraplarını ayırmayı başarmıştı. Bir süre çıplak ayakları ile halının üzerindeki desenleri takip etti. Desenlerin üzerindeki kabartmalar parmak uçlarına terapi gibi geliyordu. Vücudunun dinlenmeye ihtiyacı vardı. Dayanamayıp kendisini yatağa atmak zorunda kalmıştı. Bedenini inceden bir üşüme sardı. Yorganı çenesine kadar çekmiş, ayaklarını da iki yabancı gibi birbirine dolamıştı. Acaba ne yapıyordu? Hangi kitaba dokunuyordu? Kaçıncı sayfanın bilmem kaçıncı satırında şu an gözleri dolaşıyordu? Diş ağrısı misali bu sorular ardı sıra beyninde sıralanıyordu. Olur olmadık yerlerde ağlayası gelirdi. Böyle anlarda ifade zorluğu da çekerdi. Göz kapakları ağırlaşmaya başlamıştı. Bir ara yataktan çıkmadan pencereden dışarıyı seyretmek istedi. Yağmur devam ediyordu. Sonra sis de çöktü. Günzira yorganın altında sıcaklamaya başlamıştı. Gözleri daha fazla dayanamadı. Sağ bacağı yorganın kenarından kendini göstermişti. O ise derin fakat sakin bir uykuya çoktan dalmıştı.