29. Sayı
Öyküler
Nefes aldı. Orada, tam gözlerinin içinde bir hale var ve birileri o haleyi görmeyi, tam olarak onun gözünün rengini görmeyi bekliyor.
Bu dünyada başka hiçbir kelimeyle ifade edemeyeceğiniz renkler vardır. Bu renkler bazı insanların gözlerine işlenmiştir ve yeterince dikkat ederseniz herkesinkinde eşsiz bir nokta bile olsa bulabilirsiniz. Gerçekten bakarsanız, o insanların gözlerinin altındaki morlukları, göz kırpışlarını, kirpiklerini, hatta gözyaşlarını görebilirsiniz. Böyledir birinin gözünü açması, birinin buna bakması.
O nefes içinde düşündü ki babasının gözleri kahveydi, hatırlar gibi oluyor. Annesininki mi? Annesinin gözleri mordu; lila, eflatun, lavanta... Annesinin gözleri lavanta kokuyordu, kirpikleri toprak. Başka kimse görmemişti gözbebekleri mor olan birini, ama annesininkinin öyle olduğuna emindi. Yine de kimseye söylememişti, çok fazla düşünmemişti bile. Düşündükçe aşınacak gibi geliyordu hatırası, o da hayal etmeyi bıraktı.
Kendi gözleri hayal edebileceğiniz en koyu kahverengiyle çevrelenmişti. Kahverengiydi ama bildiğimiz kahveden çok uzak bir renkti bu. Açıktı, koyuydu, akıyordu, değişiyordu. Çok fazla bakmıyordu bile. Çok da görmüyorlardı.
Neler gördüğünü düşündü. Bir dakika içinde çocukluk evindeki limonlu kek kokusunda, bir dakika içinde ilk aşkının saçına kondurduğu utangaç papatyadaydı. Bir dakika içinde yara bere içindeki dizlerini, bir dakika içinde tozlu yıllanmış raflarını gördü. Bir an unutur gibi olup hatırladığı çocukluğu tam göğsünde, yetişkinliği kafasında, yaşlılığı bacaklarında, gözyaşları burnunda, pişmanlıkları tam ensesindeydi. Bir ömrü vücudundaydı şimdi. Her biri “bir dakika”.
Annesinin mor gözleri kızının ilk elbiselerindeydi. Oğluyla bölüştüğü ekmeğin tadı birkaç hafta önceki hastane yemeklerindeydi. Aklı yarım asır önceki yatılı okuldaydı. Sevdiği kadının kokusu göz dibindeydi. Dokunsa yok olacak gibiydi. Bir daha dokunmadı, hareket bile etmedi.
Babasının gözleri hiç sarılmadığı kollarındaydı. Tek başına koşturduğu çimenlerde, düşüp yaralandığı yokuşlardaydı; temizlenmeyen çocukluk yaraları, kirden rengi değişmiş ayak bileklerindeydi. Gençliğinde kaldığı evin sobasında yaktığı ilk odunları hatırladı, çıtırtılarını, yanık kokularını, yapmayı bildiği tek tük yemekleri, ısınamadığı günleri, uyanamadığı sabahları, unuttu zannettiği sokaktaki yabancıları bile hatırladı. Tek başına geçirdiği ilk geceyi, kızının doğduğu geceyi, eşinin öldüğü geceyi, bu geceyi, muhtemelen yanındaki koltukta yatan oğlu nefesini alıp verinceye kadar yeniden yaşadı.
Annesinin kaşlarını, ellerindeki nasırları düşündü. Annesinin elini tuttu. Ne yetmişi, yüz elli sene öncesine gitti. Bir bulutun gözünün içine bakmayı, düşünmekten uyuyamadığı zamanları, para kazandığı zamanları, aç yattığı ayları, hepsinin geride kalışını, hepsinin nüksedişini, devridaimini gördü. O kadını ilk kez gördüğü günü düşündü. Çiçekli elbisesini ve kestane saçlarını. Saçları bembeyaz olana, bahçedeki tüm çiçekler solana dek sevmişti onu. Her bir anını hatırladı. En çok unutmak istediklerini hatırladı.
Son bir güç buldu kendinde annesinin, babasının, eşinin, kızının, oğlunun gözlerine baktığını hayal etti son kez. “Son dileğim bu.” diye düşündü. “Başka bir şey istemem.”
Nefesini verdi. Kalbi durdu. Başında bekleyen güzel gözler bir daha onunkileri hiç göremeyeceklerdi. Hayal edebileceğiniz en koyu kahverengiyle çevrelenmiş ama bildiğimiz kahveden çok uzak olan bir çift göz, eşsiz haleleriyle birlikte bu dünyadan bir daha bakılmamak üzere silinmişti.
O sırada üst katta yaşamın en neşeli ağlaması duyuldu. Yepyeni gözler yepyeni bir dünyaya açılmıştı ve etrafındaki onlarca güzel göz tam olarak onun gözünün rengini görmeyi bekliyordu. Görmüşlerdi. Bebek nefes alıp vermeye devam etti. Bebeğin tam gözlerinin içine bir hale işlenmeye başlamıştı, bu dünyaya geldiği gibi göçerken kendiyle götüreceği bir kapsül gibi.