Zamanın İçinde Zamansız Biri

Yazar

Sabahattin Yılmaz

30. Sayı

Öyküler

   Ayağının sallantısından elindeki sigaranın dumanı havada dalgalanıyordu. Gerginlikten mi yoksa heyecandan mı olduğuna anlam veremeyip ayağının sallantısına aldırış etmeden dalgın bir şekilde yerde hareket eden karıncaya bakıyordu. Sigarasından derin bir nefes daha çekip öyle bir üfledi ki üç metre ileride yer alan koğuş arkadaşı, sigarının dumanından dolayı öksürmeye başladı. O kadar dalmıştı ki arkadaşının öksürmesini dahi fark etmemişti. Ta ki koridorda açılan eski demir kapının gıcırtısını fark edene kadar.  Her zaman duyduğu ve kuru bir yük gemisinin düdüğüne benzettiği bu ses, bu sefer onu rahatsız etmemişti. Aksine sesi duyunca içine umut ve heyecan dolmuştu. Limanda sevgililerini bekleyen genç aşıklar gibi sevinç çığlıkları bile atabilirdi. Oturduğu ranzasından kalktı. Sigarasından bir nefes daha çekmek istedi fakat duman gelmeyince bittiğini anlayıp yere attı ve izmaritini ezdi. Mahpusluk yıllarının en başından beridir kendisine arkadaşlık ve şahitlik eden, altın renkli, üzeri bir dantel gibi işlenmiş köstekli saatini ceketinin iç cebinden çıkardı. Saate baktığında on ikiyi beş geçiyordu. Saatini cebine koyup iki ranza arasındaki dar alanda volta atmaya başladı. Birden olduğu yerde durup saatini çıkarıp tekrar baktı. On ikiyi yedi geçtiğini görünce kendi kendine söylenmeye başladı. Bu iki dakikalık zaman ona bir saat gibi gelmişti. Adımlarını hızlandırdı. Koğuş arkadaşları onu izlerken başlarının döndüğünü hissettiler. Normalde koridordaki kapı açıldıktan hemen sonra gardiyan koğuşa gelirdi. Fakat bu sefer gecikmişti. Gardiyanın gecikmesinden dolayı ister istemez zihnini kötü düşünceler kaplamaya başladı. “Ya çıkamazsam? Ya beni burada unuturlarsa? Acaba bugün çıkacağımı bilmiyorlar mı?” diyerek zihnini bu düşüncelere bıraktı. Bir gün daha burada kalmak istemiyordu. Tüm bu düşünceler zihnini ele geçirmişken koğuşun içinde genç gardiyanın sesi yankılandı: 

   “Devran AKAR tahliye! Devran AKAR tahliye!” diyen gardiyanın toy sesi koğuşu dolduruyordu.  Devran olduğu yerde duraksadı. İsmini duyunca yeniden doğmuş gibi oldu. Ranzasının üzerindeki tahta bavulunu alıp arkadaşlarının geçmiş olsun dilekleri arasında kapıya doğru yürümeye başladı. Gardiyanın yanına gelince göz göze geldiler. Gardiyanın toy sesini bir kez daha duydu.  Gardiyan “Geçmiş olsun babalık, inşallah tekrar buraya düşmezsin.” diyerek koridora çıkması için Devran’ın önünden çekildi. Devran, taş örülü dar ve soğuk koridorda yürürken yıllarca yürüdüğü bu koridorda son kez yürüdüğünün ayırdına vardı.  Koridordaki pencerelerin önünden geçerken güneş ışıkları bir anlığına yüzüne vuruyordu. Beyazlamış olan sakalları güneş ışıklarıyla birlikte parıldıyordu.  Koridoru bitirdikten sonra avluya çıktı. Etrafa şöyle bir göz gezdirip dış kapıya yöneldi. Kapıda duran jandarmalara kolaylıklar diledikten sonra kapıdan dışarı çıktı.  Çıkar çıkmaz derin bir soluk alıp, ciğerlerini özgür havayla doldurdu. 

   Mahpushanede geçirdiği kırk iki yıl üç ay yirmi bir gün ona iki asır gibi gelmişti. Yirmi yaşında girdiği bu hapishaneden altmış iki yaşında cezasının son bulmasıyla çıkmıştı. Kendisini karşılamaya gelecek ne anne babası ne kardeşi ne de eşi dostu vardı. Hepsi bu dünyadan göçüp gitmişti. Derdini anlatacak bir yakın arkadaşı bile olmamıştı.  Bir derdi, bir sıkıntısı olduğunda köşeye çekilip, sırtını hapishanenin soğuk duvarlarına dayayıp, kendi içinde çözerdi. Zamanın içinde zamansız biri gibi yaşardı. Dışarı çıktığında sağına soluna iyice baktı, ne tarafa gideceği konusunda hiçbir fikri yoktu. Gideceği yeri biliyordu fakat nasıl gideceğini, neyle gideceğini bilmiyordu. Tam kırk iki yıl olmuştu. Belki de gideceği semtin, mahallenin, sokağın adı değişmişti. Bilmiyordu. Arabalar hızlı hızlı caddede ilerliyordu. Karşı yola geçmek istedi fakat arabaların kendisine çarpmasından korktuğu için bu düşünceden vazgeçti. Tahta bavulunu yere koydu. Üzerine oturup bir süre ne yapacağı hakkında düşünmeye başladı. Karnının gurultusu da iyice artmıştı. Yemeğinin ayağına gelemeyeceğini artık biliyordu. Hava kararmadan önce kalacak bir yer de bulması gerekiyordu. Can dostu olan saatini çıkarıp tekrar baktı. İkiyi çeyrek geçiyordu. Zamanın nasıl bu kadar hızlı geçtiğini anlamadı. Oturduğu yerden kalkıp yola doğru yaklaştı. İçlerinden bir tanesinin kendisini istediği yere götürebileceği düşüncesiyle yoldan geçen arabalara el kaldırmaya başladı. Bir taksi gelip önünde durdu. Hemen arabaya bindi. Taksici “Nereye gideceksin beybaba!” diyerek taksimetreyi çalıştırdı. “Çarşıya gideceğim.” diye cevap verdi Devran. Taksici dikiz aynasından Devran’a bakmaya başladı. “Ne çarşısı amca? Burada her yer çarşı.” diye karşılık verdi. “Bakırcıların olduğu yere…” dedi Devran. Taksici nereye gideceğini anlamış gibi “ Heee Bakırcılar Çarşısı… Öyle desene be beybaba!” diye yanıtlayıp arabasıyla hareket etmeye başladı. Devran yolda ilerlerken sıra sıra yükselen binaları, alt geçitleri, geniş yolları görünce taksicinin gitmek istediği yeri anlamamasını normal karşılamıştı. Kırk iki yıl önceye göre bu şehirde hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını anladı. Çarşıya geldiklerinde taksici trafiğe kapalı olan, sadece yayaların giriş yaptığı yolu göstererek “İşte geldik beybaba, şu yoldan Bakırcılar Çarşısı’na girersin.” deyip alacağı ücreti söyledi.  Devran arabadan inip sokağa doğru yöneldi. Şehirde zamanın silgisine yenik düşmeyen tek yerin burası olduğunu düşündü. Dükkanların hepsi neredeyse aynıydı. Tahta kapılar, Arnavut kaldırımlar, tarihe meydan okuyan yüzyıllık dükkanlar, dükkanların önüne açılan tezgahlar hepsi kırık iki yıl önce nasılsa şimdi de öyleydi. Yokuşa doğru yöneldi. Gençlik yıllarında bu yokuşlu yolu koşarak çıkardı. Şimdi ise yolun yarısında nefes nefese kalmıştı. Bakırdan yapılma hediyelik eşya satan dükkândan genç bir delikanlı çıkıp “Amca şu tabureye otur, dinlen biraz!” diyerek tabureyi gösterdi. Devran, genç delikanlının bu nazik teklifini geri çevirerek çekiç sesleri arasında yokuşu tırmanmaya devam etti.  Köşe başına geldiğinde kapısı ve tabelası tozlanmış, çarşının içindeki kapalı olan tek dükkânın önünde durdu. Cebinden çıkardığı mendille üzerindeki tozları silmek için tabelaya uzandı. Tabelayı sildikçe yazı ortaya çıkmaya başlamıştı. Tüm tozları sildiğinde artık ‘SAATÇİ’ yazısı okunuyordu. Elindeki anahtarla birlikte kapının iki kanadını zincirle birbirine bağlamış olan eski tip asma kilidi açmak için kapıya yöneldi. İlk başta kilidi açmakta zorlandı. Birkaç denemeden sonra kilit açıldı. Zinciri çıkarıp kapıları açınca tozlar uçuşmaya başladı. Sanki içerideki saatler sahibini görünce tanımış gibi üzerlerindeki tozları silkmişti. Yoğun toz yüzünden öksürmeye başladı. İçerideki tüm saatler durmuştu. Hepsine tek tek dokunmaya başladı. Bunca yıldır nerede olduğunu, ne yaptığını anlatır gibi onlarla sohbet etmeye başladı. Saatleri tamir etmek için kullandığı masanın yanına gelince yere düşmüş olan küçük çerçeve boyutundaki aynaya gözü ilişti. Kırılmış olsa da hâlâ tek parça halinde duran aynadan kendine baktığında kırıklardan dolayı yüzünü parçalı görmüştü. Eliyle ak sakallarını ovuşturdu. Sonra saçlarındaki kırlara baktı. Ardından yüzünde oluşmuş kırışıklıkları inceledi. Uzun zamandır aynadan kendine bakmamıştı. Sürekli aynalardan kaçmıştı. Kendisine bile itiraf edemediği yaşlılık, artık tüm bedenini sarmıştı. Yıllar sonra kendisiyle yüzleşmişti. Gözü bir an aynanın köşesinde duran siyah beyaz fotoğrafa takıldı. Fotoğrafta beş yaşındaki haliyle ortada duruyordu. Sol tarafında babası, sağ tarafında ise babasını ikna ederek çarşıda saatçi dükkânı açmasını sağlayan, doğduğunda kulağına ezan okuyarak “zamanın döngüsü” anlamına gelen “Devran" ismini üç defa kulağına fısıldayan, Osmanlının son muvakkidi Mustafa Efendi yer alıyordu.  O zamanlar göğsüne kadar uzanan ak sakalları, kafasına taktığı yeşil renkli destar ve aynı renkli hırkasıyla Muvakkit Mustafa Efendi, siyah beyaz fotoğrafa adeta renk katıyordu. Devran elindeki aynayı masaya bıraktı. Masanın altında yer alan tamir çantasını ve dükkânın içinde çalışan tek saat olan köstekli saatini çıkarıp masanın üzerine koydu. Saate baktığında akrep ve yelkovan sanki yarış yapıyor gibi birbirlerini kovalıyordu.  Hava iyice kararmıştı. Ceketini çıkarıp sandalyenin üzerine koydu. Gömleğinin kollarını sıvayıp duvarda duran saati aldı. İçini açıp tamir etmeye başladı. Kimini tamir etti, kiminin ise sadece pilini değiştirdi.  Bu şekilde sabaha kadar saatlerin hepsini tamir edip masanın üzerinde duran köstekli saatine göre ayarlamıştı.  Son saati de ayarlayıp yerine astığında dükkandaki işi bitmişti. Sadece dükkânı baştan aşağı temizlemek kalmıştı. Temizliği Muvakkit Mustafa Efendi’nin Merkez Cami’nin içinde yer alan muvakkithanesini ziyaret ettikten sonra yapmayı planlamıştı. Uyku gözlerini ağırlaştırmaya başlamıştı ki yıllarca içeride uyuduğunu, yeterince dinlendiğini düşünüp bir hışımla sandalyeden kalktı. Ceketini giydikten sonra saatini cebine koydu. Tüm saatlerin çalıştığını gördüğünde yüzünde hafif bir gülümseme oluştu. Görevini yerine getiren bir asker edasıyla, gururlu bir şekilde dükkândan çıkarak kapıları kilitledi.  Çarşı esnafı dükkanlarını yeni yeni açmaya başlamıştı. Devran, sabah telaşı içinde olan esnafların arasından ellerini arkaya bağlayarak aşağı indi. 

   Merkez Cami’nin avlusuna girdiğinde doğruca şadırvanın yanına gitti. Mermerden oyulmuş, ince ince işlenmiş, üzerinde birçok yazı ve motifi barındıran, çocukluk yıllarında babası ve babasının yakın arkadaşı Muvakkit Mustafa Efendi’yle birlikte abdest aldığı şadırvandan eser kalmamıştı. Mermerler ve motifler kırılmış, üzerindeki yazılar ise tahrip edilmişti. Estetik bakımından göze hitap eden sarı sarıklı muslukların yerini basit ve sıradan musluklar almıştı.  Şadırvanda yüzünü yıkayıp caminin avlusuna şöyle bir göz gezdirdi. Asırlık çınar ağaçlarının yerinde yeller esiyordu. Oyun oynarken yorulduğunda uzandığı çimenlerin üzeri ise betonla kaplanmıştı. Tüm bunları görünce sol tarafında bir ağrı hissetti, gözleri doldu ve başı dönmeye başladı. Derin bir soluk alıp muvakkithaneye doğru yürümeye başladı. Muvakkithanenin kapısından içeri girdiğinde gözü duvarda asılı olan saate takıldı.   Çocukluğundan kalan tek şey duvarda asılı olan saatti fakat o da çalışmıyordu.  Ne kalın ansiklopedileri misafir eden dolaplardan ne de Mustafa Efendi’nin çalışmalarını ve namaz saatlerini ayarladığı masasından eser kalmamıştı. Duvarda asılı olan, çalışmayan o saat haricinde her şey değişmişti. Duvarı boydan boya kaplayan, sedirden yapılmış bir şark köşesini andıran oturma yerleri, ortada küçük masa ve tabureler, kapının girişinde ise büyük harflerle belediyenin isminin yazıldığı iki tane roll up vardı.  Arkadan “Daha açmadık amca!” diye bir ses duydu. Arkasını döndüğünde çay ocağını gördü. Tüm bu yaşantılar, anılar hepsi silinip gitmişti. Bunları düşündükçe duvarların üstüne geldiğini hissetti. Nefes almakta zorlanıyordu. Kendini zorla dışarı attı. Caminin avlusunu nasıl geçtiğini, saatçi dükkânına nasıl geldiğini anlayamamıştı. Sandalyeye oturdu. Cebindeki köstekli saati masanın üzerine bıraktı. Göğsündeki sıkışmayı tekrardan hissetti. Sadece içeride çalışan saatlerin seslerini duyuyordu.  Sağ eliyle sol göğsünü tuttu. Avucunun içine aldı, sıkıp bıraktı. Bu hareketi üç dört defa yaptıktan sonra kafası masaya düştü. Boşluğa doğru kayan eli masanın üzerindeki aynaya çarptı ve ayna paramparça oldu. Aynanın köşesinde yer alan fotoğraf havada süzülerek ters bir şekilde yere düştü. Ters dönen fotoğrafın arkasındaki el yazısının Mustafa Efendi’ye ait olduğunu görür görmez tanımıştı.  Fotoğrafın sağ alt köşesinde “Can saatini Rahman ezelden kuruvermiş, bir gün göreceksin ki o saat duruvermiş.” yazıyordu. Doğduğunda Mustafa Efendi’nin babasını tebrik etmek için hediye ettiği, babasından da kendisine kalan altmış iki yıldır hiç durmadan çalışan köstekli saatin akrep ve yelkovanı artık dinlenmeye çekilmişti.