27. Sayı
Öyküler
Sessizlik hakimdi. Sadece klavye sesi duyuluyordu. Konuşmak yasaktı, gülmek, hareket etmek, telefona bakmak yasaktı. Hatta ve hatta mola saatleri dışında tuvalete gitmek bile yasaktı. Tek tek kontrol ettim herkesi. Kimse ne sağına ne de soluna bakıyordu. Bilgisayar ekranına bakmaktan gözler bozulmuş, gözlüksüz bir tek ben kalmıştım. Parmaklar şartlanmış bir şekilde sadece işini yapıyordu. Günlük on saat kesintisiz çalışmaktan normaldi bu gibi durumlar. Benim gözlerde bozuktu aslında, ah bir randevu alabilseydim. Ama bulabilmek ne mümkün! Gidebilseydim eğer muhtemelen bende gözlük takacaktım. Gözlerim sulanmaya, sızlamaya başlamış ve artık yakını bulanık görür olmuştum. Teknolojinin getirdikleri götürdüğünden daha fazla olması sebebiyle, bundan şikayetçi olamıyor, sistematik köleliğe razı olmak durumunda kalıyorduk. Randevu için en erken tarih üç ay sonrasını gösteriyordu. Ama ne güzel sıra beklemiyoruz diye düşünürken, o an sessizliği bozmak istedim. Önce herkesin gülebileceği bir konudan mı bahsetsem diye düşündüm. Fakat daha önceden aldığımız şu gülünç mesaj gelmişti aklıma; ‘’Mesai saatleri içerisinde gülmek yasak!’’ Mesajın geldiği gün ne de güzel gülmüştük, o ekipten sadece benim kalmış olmamın üzüntüsüyle birlikte vazgeçtim. Böyle bir mesajın geldiğine hala inanamıyorum. Ne gibi bir yasağa tabii olabilirdi gülmek? Doktorlar;” Gülmek ömrü uzatır.” demiyorlar mıydı? Neydi şimdi bu yasağın sebebi? Ömrü kısaltmak mı? Stres, bir de yasaklar, üzerine baskılar, ellisini göremeden hazin son; kara toprak... SGK’nın bulduğu bir yasak mıydı bu acaba? Çünkü insanlar emekliliklerini göremeden ölecek, onlarda emekli aylığı bağlamak zorunda kalmayacaktı. Emekli olamıyor ölüyoruz. Peki neden sigorta ödüyoruz? Eşi ölenin eşine bağlanan maaş da belli bir oranda kesinti yapılarak ödeniyor tabi. Onu bile kar olarak görüyor olabilirler. Kimlerin ekmeğine yağ sürüyoruz? Bizim ekmeğimize olamadığı kesin. Yağ demişken yağlara gelen zamların müsebbibi bulundu; stokçular. Hainler… Acaba son dönemde yaşanan hukuksuzlukların sebebi de stokçular mıydı? Olabilir, araştırmak lazım. Kaydet, evet bir dosya daha başaralı bir şekilde bitti. Tüm bunlar aklımdan geçerken bir taraftan da işimi aksatmamaya özen gösteriyorum tabi. Düşüncelerimize de kilit vurulacak değil ya! Gerçi oda yakındır. Zihin okuyabilen kameralarla birlikte bununda önüne geçebilmeleri mümkün. Bizlerden yaratmak istedikleri bir robot; geliştirmeye çalıştıkları yapay zekâ ya da robotlar göstermelik. Çünkü robotlar bozulabilir, yaşanacak bir kısa devre sonucu yönetmek zor hale gelebilir diye korkuyorlar. Kendi kontrolü altında olmayan bir düşmanı yaratmak istemiyorlar. Asıl hedefledikleri kendilerine tamamen itaat eden, duygularını sömürüp yönetebildikleri insanlar. Artık gözlerim iyice yoruldu, sulanıp sızlamaya başladı. Karpal Tünel Sendromu’ndan dolayı uyuşan ellerimde cabası. Her şeye rağmen ellerim ve gözlerim iyi bir ikili; otomatiğe bağlamıştım. Zaten çok zekâ gerektiren bir iş yapmıyor, ekrana yansıyan evraktaki gördüğüm rakamları yazıyordum.
Ellerimin klavye bilmesi, gözlerimin görüyor olması bir de okumayı biliyor olmam yeterliydi. Elimin kalem tutuyor olması mühim değildi mesela. Diploma dahi sorulmamıştı işe alım sürecinde.
Saat geç olmuş, bir an önce çıkmam lazım. Bugün erken çıkıyorum biraz, halletmem gereken işler var. Ama aklım hep yarım günün bedeli olarak kesilecek maaşımda. Tam gün gelmesem ilginç bir şekilde iki günlük ücret kesiliyor. Ne hikmetse bir güne cumartesi, ikinci güne pazar eklenerek dört günlük ücretin kesilmesi inanılmaz manasız gelmiş olsa da iki yıldır çalışıyorum burada. Alıştım artık haksızlığa. İnsan nelere alışmıyor ki? Hava çok soğuk. Bir an önce işimi halletmek istiyor, dışarıda vakit geçirmek istemiyorum. Trafiğin yoğunluğundan dolayı otobüsü değil de metroyu tercih ettim. Biraz uzak ama yürümek iyi gelecekti. Yürümeyi seviyordum, yaz aylarında evden işe, işten eve yürüdüğüm olurdu. Yol üstünde bir markete uğrayarak aldığım çikolatayı yiyerek indim metroya. Bir tek ben vardım. Mesai saatleri normaldi. Sadece yürüyen merdivenin oluşturduğu ses bozuyordu sessizliği. Ardından yüksek sesli bir uğultu duyuldu. Tren geliyordu hem de diğer perona.
Trenin hangi perona geleceğini, yarattığı uğultundan anlayabiliyordum. Durakta inen insanların sesleri yürüyen merdivenin sesine karışarak bir kalabalık oluşturdu. Benim beklediğim peronda hala kimsecikler yoktu. Yani yalnızlığım devam ediyordu. Şikayetçiydim aslında bu yalnızlıktan; ama bunu bozacak cesareti bir türlü toplayamadım kendimde. Çekingen oluşum, girişken olmayışım körüklüyordu yalnızlığımı. Yeni bir uğultunun ardından beklediğim tren gelmiş sadece ben binmiştim. Havalandırma çalışıyor olsa da kuru gürültüden ibaretti. Rahatsız edici bir koku karşılamış, midemi bulandırmıştı. Bunu belli eden bir yüz ifadesi takınarak boş bulduğum bir koltuğa oturdum. İki durak sonra aktarma yapacağım trenin peronuna geçtim. Diğer taraftan keşke çıkmadan tuvalete gitseydim diye geçirdim içimden. Şimdi tutacak olmak rahatsızlık vericiydi. Çünkü anlatılan bir hikâye vardı; sürekli tuvaletini tutanların prostat kanseri olduklarını bildiğimden korkardım hep. Bu sadece hikâyeden ibaret değil gereçti de. Bir keresinde az daha başım belaya girecekti. Çok sıkışmış boş olduğunu düşündüğüm bir parkın kuytu köşesinde, tuvaletimi yaparken beni fark eden bir kadının çığlığı ile irkilmiş, fermuarımı zor bela kapatarak kaçmıştım olduğum yerden. Bu olaydan sonra bir daha böyle bir şeye cesaret edemedim. Korkuma rağmen hep tutmayı tercih ettim. İneceğim durağa geldik. Kapının açılması ile koşturan insan ordusu asansöre binebilmek için yarışıyordu adeta. Ne yürüyen merdiveni ne de asansörü tercih ettim. Benim gibi az sayıda insanla birlikte merdivenlerden yukarı doğru çıktım. Bu sefer de kalabalığın içerisinde yalnız hissediyordum. Bir türlü, dünyada bir yere konumlandıramıyordum kendimi. İlk iş bir nalbura uğradım. Halat ip istedim. Ne yapacağımı sordu? “Çamaşır asacağım. dedim. “Halat iple mi?” dedi? Çamaşırın daha çabuk kurumasını sağlıyormuş demem tatmin etmedi tabi. Nasıl bir yüz ifadesi takınmıştım da bu sorulara maruz kalmıştım acaba. Hiç kimse gelip halat ip almıyor muydu?
Klasik esnaf, muhabbet arıyor herhalde diye düşündüm. Muhabbet edilecek en son insan olduğumu fark ettim. Son paramı da bir ipe verdim. Üç bankaya ait olan hesabımı kontrol ettim. Hepsi eksi bakiyede, kredi kartları borç içindeydi. Verdiğim cevaptan hoşnut olmayan nalburun cins bakışları içerisinde dükkândan ayrıldım. Apartmanın önüne geldiğimde, alt kat komşusu ile karşılaştım. Selam verip muhabbete girmeden derhal eve doğru çıktım. Asansör her zamanki gibi bozuktu. Çalışıyor olsa da ben hep merdivenleri kullanmayı tercih ederdim. Anahtarı kapının deliğine sokarken elim titredi. Zor bela açtım, içeri girdim. Bir kez daha yalnız hissettim kendimi. Çok sürmeyecek diyerek bir mektup kaleme aldım; ‘’Sistem dışında kimseyi suçlamıyorum. Çünkü çarkların sadece kendisi için dönmesi gerektiğine karar verenlerdir benim katilim. İntihar diyecekler ama, bu bir intihar değil cinayettir. Okudum diplomalı köle olmaktan öte geçemedim. Bir yerlere gelebilmek için çok uğraştım. Hep sonuçsuz kaldım. Her geçen gün borçlandım. Zar zor bir iş buldum fakat yetmedi. Geriden geldiğim ve asgari ücretle geçinmeye çalıştığım için bir türlü açılan o arayı kapatamadım. Ölümüme sebep olanlar, ne yazık ki bizleri koruması gerekirken, patronları koruyan sistemi oluşturanlardır. Uygulanan mobbingi, haksızlığı, hukuksuzluğu iş verene normal kılmışken, bizlerin kendimizi korumamıza yardımcı olacak ihtimallerin bile her daim önüne geçmişlerdir. Hayat yolunda yalnızlaştırıldık. Yaptığım bütün girişimler sonuçsuz kaldı ve her şeye teslim olmak durumunda kaldım. Son olarak bu bir kıyımdır. Bana kıyılmıştır. Sistem birçok insana kıymaktadır. Yaşananlarla bu ortadadır. Kimseye bir kırgınlığım yok artık. Sevgili ailem, arkamdan hakkımı aramak isteyeceksiniz biliyorum; ama boşuna uğraşacaksınız. Eğer sonuca ulaşabilecek olursanız elleriniz katillerimin yakasında olsun. Gerçekleştirmiş olduğum bu eylem, ben böyle diyorum. Tamamen ses getirmek için. Bir eylemin de amacı bu değil midir? Bunu tek başına göğüslemekten onur duyuyorum. Bir başkasına asla önermiyorum, örnek olmasın kesinlikle. Kalemime olan güvenimle birlikte herkesi sesim olmaya davet ediyorum. Direnmekten vazgeçmeyin. Benimki bir vazgeçiş değil bir ayaklanmadır.
Hoşça kalın.’’
Yazdıktan sonra hayatına son verir. Cenaze töreni kısa bir ayaklanmaya, kitlesel bir eyleme dönüşür. Beyaz yakanın sesi olur. Mektubu her yerde okunur. Çok geçmeden hayat normale döner. Tahmin ettiği gibi birçok gazete de ve basında intihar diye yazılır. Mektubundan söz edilmez. Bu düzen böyle gitmez diyerek mektuptan işkillenerek peşine düşen komiser kuzeni. İlk iş kamera kayıtlarını inceler. Yürüdüğü bütün yollarda bir iz arar. Herhangi bir cinayet bulgusuna rastlamaz. Daha sonra patronu ile hesaplaşmak, peşine düşmek ister. Açığa çıkardığı bir sürü yolsuzluğu, şaibeye karışmasının yanı sıra kara para akladığını tespit eder. Fakat daha fazla sonuç elde edemeden sürgün edilir. Sürüldüğü yerden devam etmek istese de tehdit edilip girişimleri sonuçsuz kalır. Beyaz yaka ve onun gibiler hep öldükleriyle kalır.