26. Sayı
Öyküler
Burada gün doğmadan açıyorum gözlerimi. Güneş bile doğacağından habersiz yıldızların ardında gizlenirken ben taştan duvarların arasında yeni günün başlamasını bekliyorum. İnsanoğlu daha uyanmamış bir günü karşılamak için neden acele eder? Ya beklediği vardır ya da umudu değil mi? Peki ya her iki duygudan da yoksun olanlar? Onlar neden zorlanıyor bunun için? İşin sırrı da burada yatıyor işte. Bir mengenenin içinde olduğun yetmiyormuş gibi bir de bu duygulardan ne kadar uzakta, ne kadar fakir olduğunu hissettirmek için erken başlatıyorlar günü. Yitip giden yıllarının yanında verilebilecek en büyük cezayı veriyorlar sana. İnsanoğlunun yaşamını devam ettirebilmesi için gerekli olan öz suyunu gözünün içine soka soka çekiyorlar damarlarından. Büyük bir açlık ve iştahla yapıyorlar bunu. Ağızlarında salyaları, sıkılmadan arkandan itiyorlar. Yaylarının diken gibi sırtını deştiği tek sığınağından bağıra çağıra çıkartıyorlar seni. Sıcaklık duyduğun tek yerden bir cümleyle fırlıyorsun: ‘Haydi koğuş kalk… Haydi, hanımlar, çabuk… Hızlı…’ Sonra da ‘Yaşa’ diyorlar işte. Günü bekle ve bugününde aynı dünün ve geçen yılların, değişen mevsimlerin, birbirini takip eden saatlerin eşi olduğunu bildiğin halde ‘Yaşa…’. Becerebiliyorsan yaşa işte. Ne duruyorsun?
Burada her şey dış dünyadan farklı, ters orantılı olarak devam ediyor aslında. En uzun yılları devirmiş olanlar aramızda en saygı duyulanlar, en sözü geçenlerdir. Çetelesinde en fazla yaşanmamış güne sahip olanlar hürmeti en çok hak edenler. Hayatı unutup, dünyaya sırtını dönenler, artık yaşamadığını bile fark etmeyenler en sevdiklerimiz burada. İsyan etmeden, büyük bir huşu içinde nefes alıp verenler sonunda en delişmen olanımızın bile dönüşeceği kişi olsa da yeniler için farklı bir boyut, imrenilesi.
Mesela bizim koğuşun en kıymetlisidir Nurhan Abla. O konuşurken çekinir, bir şey istedi mi hayır diyemezsin. Senden daha bilgili ya da daha güçlü olduğu için değil ona duyulan saygı. Onu ‘Nurhan Abla’ yapan, bizden bir adım önde tutan, sanki suç işleyemezmiş gibi duran gülen yüzü hiç değil. Onu bizim ablamız yapan şey yıllardır gösterdiği dayanma gücü. Bu sene yirmi ikinci yılını dolduran, yaşamının artık burada son bulacağını bilmesine rağmen omuzlarını düşürmeyip boynunu eğdirmeyen o tavrı. O kül grisi buzdan duvarları kendi evi gibi gören Nurhan Abla’nın benim günden güne erittiğim umudu taşıması. Belki de en basit kelime ile kabullenmesi. Değiştiremeyeceği şeylere direnmeyi bırakarak dudağının kıyısına yerleştirmekten yılmadığı tebessümü ile bize öğrettiği şey ona duyduğumuz saygı. İşte tam da bu sebeple buradaki yaşamın akışı dış dünyayla ters bir şekilde ilerlemekte. Dışarıdaki kaotik düzenin içinde devirdiği yıllar için köşe minderi gibi kenarda oturtacağın bir kişinin etrafında dolanmak buradaki fark…
Gün doğmadan başlayan koşuşturma, acele ile etrafta dolaşan uyku mahmuru pijamalı kadınlar… Birkaç dakika bile geçmeden etrafı çevreleyen bir koku sarmalında duruyoruz. Dörtlü set üstü ocakta pişen yumurtaların ucuz yağları yapışıyor saçlarımıza. Sidik sarısı çaylarda eriyor şekerler. Lastik gibi uzayan beyaz peynirin tadı yalıyor dillerin pütürlerini. Öyle acı, öyle kekremsi bir pas tadına kahvaltı diyoruz burada. Hayatta kalmak için yediğimizin bilincinde, büyük lokmaları bir seferde yutuyoruz. Kahvaltının sonlarına doğru odayı kaplayan sis grisi dumanın altında Nurhan Abla’nın, Zeynep’in anlattığı hikâyeleri dinliyoruz. Yenilerin acemiliği, şaşkınlıkları üzerine atılan yavan kahkahalı parodilerde yer buluyoruz kendimize. İçinde beş para etmeyen komedinin barındığı bir korku filminin kahramanlarını ailemizden birisiymiş gibi garipsemeden, yargılamadan içimize davet ediyoruz. Tüttürülen sarma sigaralardan çıkan dumanlar açılan pencerelerden dışarıya koştururken, onların bile burada kalmak istemediğini algılıyor zihnim. Bu garip benzetmeyi yazıyor gözlerim o hikâyelerin arasına. Bundan bile bir öykü olur diye düşünüyor, o düşünmekten yorulmayan beyin kıvrımlarım. Sanki başıma gelenlerin sorumlusu onlar değilmiş gibi. Duman öbekleri ağır ağır odayı terk ederken kahvaltının bittiğini anlıyoruz hepimiz. Tablanın içi izmaritle dolduğu an ben günün bir kısmını öldürdüğümüzü düşünürken, yelkovanın akrebi kovalaması yeni gün doğumunu gösteriyor. Dışarısının saat dilimi bile içerisiyle bir benzerlik barındırmıyor. Sonra gün bir kısır döngü içinde ilerleyip kendini tekrar ediyor.
Dedim ya, gün doğmadan açıyoruz gözlerimizi diye o açtığımız gözler gün içinde hep aynı şeyleri izliyor. Uzun saatler boş zamanları, boş zamanlar ikircikli düşünceleri doğuruyor zihnimde. Yıllarını burada acılı bir çerez gibi yemiş olanlar yaşıyor bir şekilde. Ağızlarındaki ekşi maya tadını unutup deniyorlar yılmadan. İşte böyle günler benim için o kadar çekilmez oluyor ki içten içe herkese bir öfke biriktirdiğimi fark etmemi sağlıyor. Beşinci senesini dolduran Hayriye’nin hiç giyemeyeceği, hiçbir erkeğin görüp de ‘Çok güzel olmuşsun Hayriye’ demeyeceği mahalle düğünü tadında elbiseler için oturup saatlerce patron çıkartması beni garip bir şekilde sinirlendiriyor. Ya da artık senelerini saymayı bırakmış Zeynep’in elindeki bir kutu saç boyasıyla ona buna salça olup yardım istemesi yüreğimdeki sıkışık hissi katmerlendirip umutsuzluğumu yoğuruyor. ‘Saçların bembeyaz olsa ne fark eder Zeynep?’ demek gelse de içimden, ‘Sıhhatler olsun’ diye iki öksüz kelime dökülüyor dilimden. Kelimeler dağılıp etrafa saçılıyor. Acı içinde yuvarlanıp soğuk bir sessizlikte yok oluyor. Onların yani yaşamaya çalışan bütün kadınların hayatın kenarında ya da minicikte olsa bir köşesinde kalma çabası yüreğimi eziyor. ‘İnsanoğlu yaşamaya bu kadar mı hevesli?’ ya da ‘Yaşamamaktan bu kadar mı korkuyor?’ soruları yankılanıyor kulaklarımda. Tam da böyle anlarda, bir çıkış yolu bulamadığım zamanlarda tek dünyamız olan o dikdörtgen odanın içindeki, benim yekpare dünyam olan daha küçük dikdörtgenime sığınıyorum. Uzun gecelerin, gözü kapanmayan saatlerin sayıldığı en güvenli bölgemde ayaklarımı göğsüme doğru çekip gözlerimi yumuyorum sıkıca. Denizden gelen iyot kokusunu, bir ağacın iğne yapraklarını, kırlangıçların çığlıklarını, bir bulutun oluşturduğu imgeyi hayal etmeye çalışıyorum. Ve sonra kendime soruyorum tiksintiyle; ‘Yaşamamaktan bu kadar mı korkuyorsun?’.
Aradan yıllar geçip, mevsimler ağır aksak değiştikten sonra demir kapının büyük bir gürültüyle açıldığına şahit oluyoruz. Hep birlikte özgürlüğe koşar gibi çıkıyoruz o minik avluya. Bazıları öbekler halinde volta atarken bazılarının bed renkli bir topun etrafında koştuğunu ayrımsıyor zihnim. Ben ise bir köşeye sinip başımı yukarı kaldırıyorum. Güneş bile kendini göstermekten itinayla kaçınıyor gibi hep bulutların ardına saklanıyor. Gökyüzünden aşağılara doğru süzülen bir kuş görürsem o anı fotoğraflıyorum. Kendi içime çekildiğimde, o görüntüyü gözümün önüne serip ayrıntıları hatırlamaya çalışıyorum. Kendi kendime saçma sapan şeyler yaratıp uyguluyorum. Ben de zihnimi lafla değil, gereksiz bir sürü görüntü ile oyalıyorum. Tok ve gür kadın sesinin ‘Koğuşlara…’ diye bağırmasından sonra tekrar içeri giriyorum. Üzerimize sürülen kilitle sanki unutmuş gibi yeniden nerede olduğumu hatırlıyorum.
Nurhan Abla’nın verdiği talimatla iş bölümü yapan kadınların ardında dolaşıyorum bir süre. Verdikleri komutları yüksünmeden yerine getiriyorum. Kimi gün hıncımı kusar gibi leş bir klozeti ovuyorum, kimi gün elime tutuşturulan taze fasulyeyi kılçıklarından ayırıyorum. Daha akşamüzeri bile olmadan akşam yemeğinin derdine düşen kadınların yemek yapmasına yardım ediyorum. Küçük ocakta hiç durmadan fokurdayan bayatlamış çaydan içiyorum midemi cezalandırmak ister gibi. Acı su ağzıma gelip içimi ateşten bir top misali yakana kadar bu işkenceye devam ediyorum.
İşler bitip herkes bir köşeye dağılınca, elime bir kitap alıp dikdörtgenime oturuyorum. Saatler boyunca tek bir cümleyi, farkında olmadan, ne okuduğunu anlamadan tekrar eden aklıma şaşıyorum. Bazen kelimelerin harflerini sayıp kısacık bir cümlenin bu kadar çok harf barındırabildiğine içerliyorum. İsraf gibi geliyor çünkü. Daha azıyla da anlatılabilirmiş gibi pespaye bir his.
Yıllar ve yeni yaşanmamış yıllar geçtikten sonra, birkaç kadının homurdanmasıyla akşam yemeği vaktinin geldiğini algılıyorum. Bir kişinin zar zor sığdığı tezgâhın dibinde, kızartmadan fışkıran yağların kapladığı sarı sandık lekelerini anımsatan yapışkanların üzerine konulan tabaklar, fabrika metali soğukluğunda çatallar, çizikten içi gözükmeyen bardaklar ve onlardan medet umarak doymayı düşleyen mideler. Yarım kalmış cümleler gibi, belki de devrik cümleler gibi hiç bilinmeyen. Havada işte, anlatamadığım, öyle eksik, yitik. Karnı doyurmayan, mideye bile inmeyen… Ekşi yoğurt, küflü ekmek tadında yenilen akşam yemekleri, bir dolup boşalan kenarı kırık tabla. Yağlı tabaklardan akan köpükler, hiç yorulmadan fokurdayan çaydanlık. Kiminin elinde bir mektup, kiminin eprimiş bir fotoğraf. Hepsi silik bir rüya gibi. Öyle işte burada günler, bitmek nedir bilmiyorlar.
Peki ya geceler? O ömürlük geceler… Akşam yemeğinin bitiminden sonra başlayan uzun, çok uzun, belki bir yaşam, belki bir doğum kadar uzun zamanlar burada geceler. Bazen birkaç cümlenin üzerine düşlenen saatler, bazen avluda atılan adımların sayıları. Tek mi? Çift mi? Beynimde dönen anlamsız, bir cümle bile etmeyen kelimeler. Kimi benim gibi öksüz, diğeri benim gibi yetim. Bir noktayı bile hak etmemişler, benim eylemsiz kelimelerim. Çünkü biliyor içim, öldüğünü varsaysa da hissediyor. Bir tek huzurluysan, vicdanın rahatsa, ertesi güne dair içinde hala umudun varsa kısalır gecelerin. Bir türlü kapatmayı başaramıyorsan gözlerini, duvarlarda gezinen karabasanlar sıkıyorsa boğazını ve gün bitmesine rağmen bir tek yıldız bile göremiyorsan gökyüzünde neden var geceler? Birbirlerini bir türlü iteklemeyen dakikalar, boşlukta baş aşağı sallanan, tavanlardan sırıtışı yansıyan saatler… Hepsi mahkûm geceyi oldurmaya. Aynı benim gibi. Oysa zor da olsa, bir iç bulantısı kıvamında yaşasan da fark etmeden kısalır günler. Ama en uzun geceler hep bu soğuk duvarların arasında sirayet eder. Unutulmayan bir şarkının sözleri gibi kulağımın içinde kendini tekrar eder. Kısır bir döngüdür bu. Ne biter ne de geçer…