Sucuklu Yumurta

Yazar

Sümeyye Güzel

18. Sayı

Öyküler

Her yılın belli günüdür halamların bize gelmesi. O gün yaklaşınca da annemde vardır bir telaş ki sormayın gitsin. Tertemiz ev tekrardan temizlenir, hangi yemekler yapılacaksa ona göre pazar ve manav alışverişi yapılır, en sevdiği renklerden oluşan yün ipler alınır. Evet evet yün ipler. Annemin olmazsa olmazları. Bundan dolayıdır ki Yüncü Melahat koymuşlar adını. Aslında yüncü denildiği zaman yün satan gelse de akıllara, benim annem tam tersi yüncü dükkanını evine getiren birisiydi. Ayağı üşüyene patik, sırtı üşüyene yelek, elleri üşüyene eldiven, bebeği üşüyene bir battaniye derken herkesin derdine dermanını kendine borç bilip o tığ senin bu şiş benim demeden gecesini gündüzüne katarak dokumaya merak salmıştı. Şimdi anladınız mı neden Yüncü Melahat denildiğini?

Gelecek olan halamlar olunca da daha fazla streslere giriyordu. Malum görümce mevzuları. Hani ne yapsa beğenilmez, her yapılanda bir kusur aranır ya ondan sebep canını sıkmak istemezdi. Ben bunları anlayacak yaşta değildim o zamanlar tabii. O yoklukta evimize giren iki gram et varsa onun sevincine kapılır giderdim. Ama ne nasıl alınmış bunu düşünecek kadar aldırış etmezdim. Köylük yer, ne bulursan sevineceksin elbet. Havasını atmak da ayrı bir olaydı zaten. Kimin akrabası uzaktan gelecek ise o gün bayramlık bebeler gibi en görkemli, en gösterişli, en cıvıl cıvıl kıyafetler giyilir, mahallede tur atılırdı. Bayram seyran değilse anlardık uzaktan misafiri geleceğini. Şimdi sıra bendeydi elbet. En yeni kıyafetimi giyerek salına salına yürüyecek, saçlarımı rüzgârın ahenginde dans ettirerek sallayacak ve ayakkabılarımın cilasıyla arkadaşlarımın gözlerini kamaştıracaktım. Bilin bakalım ne eksikti? Bütün bunları yapacak her şeyim. Her elbisemde avuç kadar yamalar sırıtır, ayakkabımın yırtığından ayaklarıma dere boyu su girerdi. Ben değil misafir havası atmak, sırtımdaki entarimin bile varlığını gösteremezdim. Halamların geleceği gün yaklaştıkça benim kara kara düşünmelerim artmıştı. Bayram olsa anamdan isterdim elbet ama bayram da değildi. Akşam yemeğinden sonra pencerenin önünde olan divanın üstüne geçerek bağdaş kurup oturdum. Hâlâ aklımda tek soru vardı: O gün ne giyecektim? Pencereden dışarı bakarken mahallelinin rengârenk ışıkları arasında hayallere dalmışım. Sanki dersiniz ki o mahallede yanan tüm ışıklar benim elbiseme toplanmış gibi rengârenk elbisem üzerimde parlıyordu. Eğilip ayakkabılarıma bakacaktım ki kendimi anamın kucağında buldum. Birden irkilerek kendime geldim.

-Ne yaparsın kızanım, yine nerelere dalıp gittin?

-Yok anacım dalıp gitmek değil. Yemek çok geldi herhalde bir uyku hali geldi de ayakta uyuklar idim.

-Şimdi uyumak zamanı değildir, iki gün sonra halangiller gelecek. Onlara bir şeyler örmem münasiptir. Hele aldığım şu yünleri getir de koluna tak bakalım, yuvarlak edelim.

Yuvarlak edelim dediği, yünü benim kollarıma bir mekanizmaymış gibi geçirip bir sağ bir sol, bir sağ bir sol şeklinde sanki düğünde oynuyormuşum gibi çevirir durur, anam da o yünü yuvarlak bobin şekline getirirdi. Yüncü Melahat’ın yardımcısı Yüncü Hacire…

-Yarın Şengül’ün torununa ördüğüm battaniyeyi teslim edip az bir miktar para alacağım. Evin ihtiyaçları tamam gibi. Sanki sırada sana bir elbise almak geldi. Ne dersin bakalım bu işe Hacire Hanımcığım?

Hayal mi değil mi diye gözlerimi kırpıştırırken anamın sıcacık elleri yüzümü okşayınca anladım ki hayal değildi. Günlerdir kara kara düşündüğüm şey tam olarak yarın çözüme kavuşacak, misafir elbisemle sokak sokak dolaşacaktım.

Öyle de oldu. Tam hayalimdeki elbise şu an üzerimde duruyor, saçlarıma babacığımın bana yaptığı papatya tacımı takıp sallana sallana yürüyordum. Ayağımda cilasıyla göz kamaştıran bir ayakkabım yoktu ama terliklerimin de hakkını yiyemezdim doğrusu. Sonuçta misafiri gelecek çocuk gibi duruyordum ve kimse terliklerimi görmüyordu.

Halamlar gelince her gün güzel güzel yemeklerle donatılmış sofralara çocuk olarak kanıyordum elbet. Nereden geldiğini bilmesem de asla görmemiş gibi davranmaz usulüne uygun yemeğimi yer, kalkar, Allah’a şükrederdim. Bir de halamların hiç gitmemesi için dua ederdim.

Bir gün kahvaltı hazırlanırken halamdan büyük bir görev almıştım: Sucuklu yumurta kırmak. Hadi yumurtayı anladım da sucuk neyin nesiydi o kısmı anlayamadım. Önüme koyduğu malzemelerle sobanın üzerinde eriyen tereyağında bir yumurta… İşte şimdi gerçekten görmemiş gibi davranabilirdim. Çünkü gerçekten görmedim.

Sofrada herkes intizamla yerini almış benim yumurtayı getirmemi bekliyor ki kahvaltı başlayacaktı. Elimde tuttuğum tavadaki şeye ben bile inanamıyordum. Bence en güzel şekilde görevimi başarmış ve görmemiş denilmesine mâni olmuştum. İlk bakışı bana babam yapmıştı. Haklı gururla yüzüme bakıp gülümsüyor gibiydi lakin gözleri dolmuştu. Halam, annemin yaptığı sıcacık ekmekten bir parça koparıp direkt yumurtaya dalınca ağzında bir ekşime belirdi.

-A canım Hacire kızım! Sen bu sucuğun dışındaki dana bağırsağını soymadın mı?

-Ne dersin hala? Ne danası? Ne bağırsağı?

Yumurtayı eline alarak bana göre muazzam sanat eserimin içerisinde olan sucukların hemen yanına ilişen kâğıda benzer şeyleri bana gösteriyor, bir yandan da bana bıyık altı gülüyordu. Anacığımın günlerdir mahcubiyet yaşamamak için çırpınışlarındaki o karamsarlık gözlerinden okunuyordu. O çocuk halime bakarak bir kez daha anladım ki görmemişlik değil, bu dünyadaki insan kibri en büyük imtihandı bize.