30. Sayı
Öyküler
Gecenin görkemi olabildiğince çökerken şehrin sokaklarına, masanın başında kendimi en mutlu hissettiğim yerdeydim. Sokak lambasının ve ancak kendini aydınlatmaya yarayan cılız bir mumla yazmaya çalışıyordum. Yazmak için özellikle bu saatleri mi bekliyordum bilmiyorum, ama bana ayrı bir huzur veriyordu gece. En azından ben öyle hissediyordum. Elimde ki kalemin yere düşmesiyle ürperdim. Düşüncelerimden sıyrıldım. Kalemi alacağım sırada gözlerim malum çekmeceye takıldı. Nicedir cesaret edemediğimden açmaya bile çekindiğim çekmeceyi bir çırpıda açıverdim. İçindeki kutuyu elime aldım. Bir süre kutunun üzerinde ellerimi gezdirirken nasıl oluyor da yılları şu kutunun içerisine hapsettiğime şaşırdım içten içe. Sahi insan geçmişini kapatabilir miydi bir kutunun içerisine? Yapmıştım işte, olmuştu. Zor olmuştu ama başarmıştım. Derin bir nefes alıp kutunun kapağını kaldırdım. Etrafa saçılanları izledim bir süre. Görüyordum işte üzüldüklerim, sevinçlerim, kırgınlıklarım, mutluluklarım, hayallerim hepsi çepeçevre saçılmış, beni de içine almıştı. Artık ben onlara değil onlar bana hükmediyordu. Bir süre kımıldamadan durdum. Nihayet sonra elimi uzatıp kutunun içerisinden küçük bir taşa dokundum. Taşı, avucumun arasına hapsettim gözlerimi kapatıp. Ve bir zaman makinasına işte o an şahit oldum. Evet beş yıl öncesine, o ana dönmüştüm işte. Bir sahil kentinde denizin usul usul kendine çektiği ve dalgalarını cömertçe sevdiklerine sunmaya hazırladığı kumsalın üzerindeydim. Elimde taş ve iki büklüm olmuş bir vaziyette kaybettiklerime ağlıyordum. Etrafımdaki insanların bana acıyan gözlerle baktığını tüm benliğimle hissedebiliyordum fakat artık olan olmuştu. Koyvermiştim gözyaşlarımı. Denizin tuzlu suyuyla harmanlansın istemiştim. O an, acının bütün iliklerime kadar işlenmiş olduğunu hissettim. Nefesimi kesen sıcaklık havanın neminden değildi, biliyordum. Ve beni yaşama bağlayacak hiçbir şey kalmamıştı. Birden aynı korkuyla açtım gözlerimi. Yanaklarımdan aşağı yüzümü yakan ıslaklığın deniz suyu olmadığını farkedince gülümsedim. Ve kendimi hızlı bir şekilde toparlayıp kutunun ağzını kapatıp, çekmecedeki yerine koydum. O an, kaç zamandır ordaydım ve ne kadar ağlamıştım, nasıl olup ta kalkmış ve yürümeye başlamıştım, hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey içimdeki bir gücün bana kalkmam gerektiğini söylediğiydi. O zamanlar içimdeki bu yaranın kapanmayacağını, benim hep o anda kalacağımı düşündüren şey şu anda yine gülümsememe vesile oluyordu. Evet acı tamamen geçmişti diyemem. Belli ki bir yerlerde duruyordu. Ama zaman usul usul örtmüştü üzerini, şefkatini esirgemeden. Tıpkı bir annenin gece, üstü açılmış çocuğunun üzerini örtmesi gibi… Evet, acı geçmiyordu fakat zaman iyileştiriyordu. Yeniden nefes almanı, hayata kaldığın yerden devam etmen için elinden gelenin fazlasını yapıyordu. Zamanın iyileştirici gücüyle tanışmayan yoktu belki de. Ama kimisi farkında bile değildi. Düşünsenize zaman ya hep o anda kalsaydı?