20. Sayı
Denemeler
Hatıralar eskir ve yıllandıkça güzelleşir bazısı. Bağrına ne bastıysa yumuşatır ve kadifemsi dokunuşuyla tekrar ve tekrar keşfe sürükler… Hepsi böyle değildir muhakkak.
Kaybolan hatıralarım var benim de. Defterime kalemle kazınmış, aklıma mıh gibi yerleşmiş. Sadece hatıralar mı yıpranır bu nefes alıp verdiğimiz mekânda? Zannetmiyorum, zannetmedim de zaten hiç. Eskiyen çokça şey var bakmayı değil görmeyi bilen gözler için. Mesela büyük anneannemin (büyükannemin annesi, ömrü bir asra yaklaşan) yüzü. Kırışık ve çizgiler barındırıyor, en önemlisi de bir şeyler anlatıyor. Her çizgi bir hikâyeyi bir anıyı mesken yapmış kendisine. Çalışkanlığını sanki ama en çok da inatçılığını anlatıyor. Babaların ayakkabıları da eskiyor günden güne. Üstündeki her toz tanesi emek kelimesinin anlamına tekabül ediyor. Evine sahip çıkışı demek oluyor, alın teri oluyor her yırtılışı. Her eskiyiş yorgunluğu, sevgisi oluyor babanın.
Rüzgâra karşı oturduğum bankta turuncu yapraklar takılmıştı bir ara gözlerime. O an anladım, onlar da eskimişler. Mevsim eskimiş. Aile yadigârı gümüş çerçevedeki fotoğraf eskimiş. Kalem eskimiş, kâğıt eskimiş. Denizin yakamozları arasında meltemle dans eden mürdüm renkli sevdiğim şalım eskimiş. Yağmurlar eskimiş. Camları sokak çocuklarının oyunlarıyla kırılan tahta pencerenin gıcırdayan menteşeleri eskimiş. Ayrılıklar eskimiş. Yaşanmışlıklar eskimiş. Şehirler eskimiş.
Şarkılar eskimiş. Kadın eskimiş, adam eskimiş. Aşk eskimiş. Bir kadınla bir adamın hikâyesi eskimiş.
Eskimesinler diyemem ama nizamın dışına çıkılmasından da hoşlanmadım hiç. Bilmem neden bu nizama tutkunluğum. Tahammülüm yok da’nın (ya da de’nin) kelimeyi terk etmesi gereken yerde terk etmeyişine. Noktalama işaretleri ve ki’ler tartışma sebeplerimdir. Neden yanlış anlaşılsınlar, niye kandırsınlar ki? Anlamam, anlamak da istemem.
Balkonumdan görünen şu uzun, çok uzun ağacın tepesindeki yaprağa oturabilseydim eğer ne kadar küçük olduğunuzu haykırırdım size. Küçüksünüz işte! Her şey eskiyor ve yıpranıyor şu üç beş günlük misafiri olduğumuz, adına da dünya dediğimiz yerde. Ayakkabılar, yüzler, anılar, saatler, hayatlar hatta belki kalpler. Ama siz yine de kalplerinizi yıpratmayın. Eskitmeyin onları, diri kalsınlar hep. Mahalle aralarında top oynayan temiz yüzlü çocuklar. Yıkılacak bir gün o sakaklar. Umutlarınız hiç yıkılmasın ama.
Umutlarınız eskimesin hiç, aşk değil sevginiz eskimesin hiç, kalpleriniz eskimesin hiç. Siz siz olun eskitmeyin efendim. Yok olmaya yüz tutmuş her şeyi yeniden varlığa çevirmek olsun göreviniz ve mutluluk sebebiniz…
Ahh bir de şiirler eskimesin hiç yüreğinizde… O güzel yüreklerinizde... Eskimeyen o şehre her ne kadar ayrılık şiirleri yakışsa da sevda şiirlerini hep daha çok yakıştırdım ben. Ve yazdım;
Şehirde Sevda
Gece dokunur zarif parmaklarıyla gönlüme,
Zihnimde binlerce gölgen dolanır.
Bırak gölgemi ey Ay!
Zira o karanlıktan bir parçadır.
Songüz olmalıdır diğer adı Kasım’ın,
Son bulduğunda bitmelidir tüm sevdalar.
Geç kalınmış hoş geldin sefasıdır bu,
Alışılmamış bir sessizlik sedasıdır hüzne.
Soğuk iliklerine kadar inmişken bu şehrin,
Daha fazla bekleyemezdi yağmak için kar.
Ben bu şehirde;
Bir Ahmet Haşim kadar tutkunum geceye
--Ve siyaha, ve sana…
Bu şehirde aşk naraları atarken kuşlar,
İz düşümünün kenarına sıralanmış ağaçlar düşer.
Bir dem kadar ömrü kalmış yaşlıların,
İlk aşklarında kalır eskimeyen zihinleri.
Terk edilmiş yalnızlıklar ile doludur,
Terk edilmiş evlerin önleri.
Vakitli vakitsiz öten saatin zayıf tik-takları,
Yalnızlığın uğultusuna dönüşmektedir.
Maziye karışmıştır köşebaşı sohbetleri bu şehrin,
Sesleri evlerin çatlamış çatılarına yükselen.
Hem yaralayandır kelimeler,
Hem yaraları iyileştirendir.
Hem her harfi keskin ve acı,
Hem her harfi şifadır.
Yalnız kalmış bu şehirde,
İki sesin tınısı kadardır uzaklığımız.
Gömülene sahip çıkmak ne kadar mukaddesse bu şehrin toprağına,
Yüreğimde seni taşımak o kadar bahtiyarlıktır bana.