20. Sayı
Öyküler
Okuldan çıkmış, tam elli dakika sürecek eve varan yolu yürüyordum. Günde iki defa yürüdüğüm bu yolu ezberlemiştim. En zor kısmı da yolun karşısına geçtikten sonraki yokuştu. Yokuştaki durağı geçmiş, her zamanki gibi müzik aletleri satan dükkâna doğru ilerliyordum ki önce gri bulutlar kapladı gökyüzünü, güneş kayboldu, sonra hava karardı. Ardından bir yağmur başladı. Yağmur o kadar şiddetliydi ki başlıklı ceketim sırılsıklam olmuş, artık içime işlemeye başlamıştı. Bir an önce kapalı bir yer bulmalıydım. Sağda içeri girince merdivenlerle inilen bir ayakkabıcılar çarşısı vardı. Oraya indim. Hazır ayakkabıcılar çarşısındayken varsa bir tamirci ayakkabılarımı yaptırabilirdim. Ayakkabılarımın küçük bir tamire ihtiyacı vardı. Bu sırada yağmur da dururdu, bir taşla iki kuş vurmuş olurdum. Biraz ilerleyince çarşının en sonunda, tam karşıda bir tamirci gördüm. İçeri girdim. Burası sanki dünya kurulduğundan beri bir ayakkabıcı dükkânıydı. Her şey olması gerektiği yerde, bir bütünün parçası gibi duruyordu. Sağda, üstüne konan yükleri taşımaktan ortası çökmüş raflar, ortadaki kırık dökük soba, üstündeki kararmış çaydanlık, yerdeki zemin tahtaları bile sanki yıllar öncesine aitti. Raflarda dizilen ayakkabı ve botlar yıllardır sahibini beklemiş, kimse gelip almayınca da dükkânın birer aksesuarı hâline gelmiş, her yaştan, her dönemden insana ait kim bilir ne hikâyeler barındırıyordu hafızalarında. Dükkân sahibi sobanın arkasında elindeki ayakkabıyla uğraşırken “Senin ne vardı?” diye sordu. Onun sesiyle kendime gelip ayakkabıdaki sorunu gösterdim. Başını elindeki işten kaldırmadan ayakkabıyı istedi, uzattım. Ayakkabıma bakıp “Bunun işi çok değil, sen otur ben hemen hallederim.” dedi yanımdaki tabureyi göstererek. Tabure de dükkândaki her şey gibi oranın tamamlayıcı bir parçasıydı. Ayakkabımı uzatıp oturdum. “Beni lafa tuttular. Yoksa bitirirdim bunları.” dedi. Ben dükkâna girerken iki adam çıkıyordu. Onlardan bahsediyordu belli ki. Adam ayakkabıyı alıp hiç duraksamadan kalıba yerleştirdi ve üstünde çalışmaya başladı. Aletlerin birini alıyor birini koyuyor, işini ustalıkla yapıyordu. O da işini iyi bilen, özenerek yapan biri olarak bu dükkâna ait olduğunu belli ediyordu. Yağmurun sesi bir uğultu şeklinde geliyordu hâlâ. Tamiri bitirmiş, bir iki de cila atmıştı, ötekini de cilalamak için istedi, verdim. Biraz sonra ikisini de geri uzattı. İyi görünüyorlardı. Yağmur durmuş, ayakkabılarımı almıştım. Artık gitme zamanıydı. “Borcum ne kadar?” diye sordum. “Borcun yok.” dedi. Onun gibi, kendince yaptığı her işe verdiği emeğe göre değer biçen bir usta böyle ufak tefek şeyler için ücret almazdı, almadı. Kapıya doğru yöneldiğimde kapının yanındaki aynayı gördüm. Yer yer simleri dökülmüş bu aynada bu dükkâna ait olmayan tek şeyin ben olduğumu fark ettim.