32. Sayı
Öyküler
Hastane duvarları, insanın içinde nereden geldiği belli olmayan bir hüznün ihtilafını yaratır. Dile getirse de getirmese de kendi iç hesaplarını bir hastane duvarı görmeye saklar her insan. O hastane duvarlarına işler yaşamla ölümün çetelesini. Zihin boşluğundan yarattığı resimlerle, o duvarda açar ilk resim sergisini. Hayatının ayrılmaz bir bütünü sandığı insanları görür o duvarlarda. Onlarla yeni bir mekanda, yeni bir hastalığı işler bünyesine. Oysa bilmez ki onlar yalnızca birer silüetten ibarettir. Hayatı da böyle, hastane duvarına benzeyen bir duvarı izler gibi sürüp gitmişti onun, her gördüğünü gerçek sanmıştı. Bir hayalin sığınağına uzanmayı, bir düş gemisinin yanına yelken açmayı yakın bir zamana kadar bilememişti. Yürekten sevememişti bir çiçeğin tomurcuğunu. İnanamamıştı kimseye, dokunduğunda uçup gider diye. Kalıcı olan şeyleri yontup atmasını bilemediğinden her şeyi gelip geçici sanmıştı. Yanılmıştı. İnsan hayal kurmadan, bir düşün içine uyanmadan yaşayamazdı.
Psikolojide tabiri bu olmasa da, psikolojik bir bunalım sebebiyle kapatmışlardı onu bu odaya. Penceresi, şehrin en kırsal alanına dönük ve uzaktı her şeyden. Bu hastane, insanlara sırtını dönmüş intibası uyandırdığından, gideni kapısından içeri girerken hayrete düşürürdü hep. Büyük dönerli cam kapısıyla, girer girmez geniz yakan ilaç kokularıyla hastaneye adımını atan herkeste ruhlarını bedenlerinden çekip alacaklar, algısı yaşatırdı. Bir insanın elinden özgürlüğünü almak için onu hasta olduğuna inandırmak yeterlidir çoğu kez. İşte hamuru hastalıkla mayalanmış bir toplumdan çıkıp gelmişti o da. Ne hastalığı vardı aslında ne de bu beyaz ve boş duvarı izlemek için geçerli bir sebep hayatında. Ona da herkese yakıştırılan bahanelerden birisi uygun görülüp takılmıştı yakasına. Buyrun madem hasta odasına.
Yerleri mavi halıfleks döşeli, eşyadan fazlasıyla muzdarip bu oda, girer girmez insanı bir boşluğun ortasına bırakıyordu. Bir insanın kendini kötü hissetmesi için tasarlanmıştı sanki her şey. Odaya boşluk duygusu itinayla yerleştirilerek, özenle muhafaza ediliyor, kısacası “hastayı” kullanma talimatlarına uygun olarak ambalaja sarıyorlardı. En az duvarlar kadar donuk, sert ve soğuk geçiren gri pijamalar... Hastanın etiketsiz ambalajı... Çünkü etiket hastaların üzerine değil, orada bulunan doktorların zihin sınırlarına işlenmişti. Gene de her şey bir ambalaja bakıyordu, bazı sınırların yazgısı kolay kolay değiştirilemiyordu.
Çabalamış mıydı tüm bunları değiştirmek için, çaba göstermiş miydi? Bilinmiyordu. Çünkü geçmişini hatırlamıyordu. Bu odaya yerleştiği günden beri günün yirmi dört saati yalnızca hayal kuruyordu. Ona bu fırsatı, sessizliği fısıldayan beyaz duvarlar vermişti. Kimi zaman düş dünyasında eline bir kalem alıp o duvarı rengarenk çiçeklerle beziyor, kimi zaman da pamuk yüklü yağmur bulutları resmediyordu. Bazen o duvarın arkasını aşıp uzak kıyıları, mavi limanları; yeşile, sarıya, mora boyanan uçsuz bucaksız kırları, upuzun kavak ağaçlarını, kayın ormanlarını, kuş uçuşlarını gördüğü de oluyordu. Hatta sadece görmüyor, onlara dokunabiliyordu. Bir çiçeği dalından koparıp gri cebine koyuyor, gün boyu pijamasının cebini bir sırrı herkeslerden gizlermişçesine tutarak koridorda, bahçede düşünceli adımlarla dolaşıyordu. Onu görenler alışmıştı bu haline artık; ancak o bir türlü alışamamıştı. Altı ay boyunca gün yüzü görmüş bir insanı bir gecede karanlığa alıştırmak gibi bir şeydi bu. Adına gürültü denilen bir ıssızlığa terk edilmekti.
Bir zaman sonra kulağına sesler de gelmeye başlamıştı söylediğine göre. Canını kurtarırcasına kendini bir ülkeden diğerine atan arkadaşları seslenmekteydi ona. Söylemiyordu ne diye seslendiklerini. Yalnızca, “Benim de onların yanına gitmem gerek!” diyerek kollarını iki yana, bir uçak gibi açarak geziniyordu odasında. Onu denetleyen, gözeten hemşireler bu haline çoğu kez güler, çocuksu bir neşe zannederlerdi. Oysa bir odaya hapsedilmiş insanın hayal dünyasından başka neşesi olabilir miydi? O dünyayı adımlamamış hiç kimse, “hastanın” sonu gelmeyen bir mücadele içerisine giriştiğini görebilir miydi? Dört duvar arasında sıkışıp kalmış bir insanın zihniyle sınırları aşmasıydı o koşuşturmaca. Ve hasta o koşuşturmacayı sadece o dört duvar arasında kaldığı zaman değil, özgürken de yaşadığı için kendini burada buluvermişti... Her gün doktorların kendini ve geçmişini sorguya çekmesi gibiydi onun yaşadığı koşullarla imtihanı.
Genelde doktorlara yalan söyler, o gün zihninden geçen bir hayali anlatırdı geçmişi diye. Farklı senaryolar kurgulardı, her birini farklı kimliklere sığınarak yaşardı. O senaryoları kurgularken yaşamdan ve kendi kimliğinden soyutlanırdı. Bir ata binerdi bazen ya da iyi bir yüzücü olabilirdi. Bir anda bir sınıfta onlarca öğrenciye aynı anda ders anlatabilir ya da bir futbol sahasında hakem olarak oyuncular arasında gözlem yapabilirdi. Böyle bir sürü hikâye vardı kafasında başlığı atılmamış. Galiba onun en çok istediği meslek yazar olmaktı. Çünkü çoğu kez elini o beyaz duvarda kalem oynatır gibi gezdirerek durmadan bir şeyler karalardı. Ne yazdığı o şekilde anlaşılmasa da soranlara “Yeni hikayem.” derdi. Kimse bir şey anlar mıydı, anlamaz mıydı diye düşünmeden onlardan birer parça çekerek dahil ederdi hikayesine. Bilirdi en güzel hikayeler bir hasta odasında yazılırdı.
Orada geçirdiği kaçıncı günü olduğunu bilmeden yatağının üzerinde uzanırken, gene o beyaz duvara bakarak bunları geçiriyordu zihninden. Kışın odasına dolan sert soğuk gibi bir ürperti yayılmıştı kanından damarlarına. Bu kadar hayali boşuna kurmuş olamazdı. Hayatına bir kez “Hayalden Önce” ve “Hayalden Sonra” diye iki miladı atmıştı çünkü. Geri dönüş diye bir şey olamazdı. Başını iki yana sallayarak beyaz duvarın o çıkıntılı köşesine gözlerini dikerek, sarsıntılı bir virajda, bir tümseğin üzerinden yeni hikayelere doğru yol aldığını düşlemeye koyulmuştu bu kez. Bakalım, o hasta odasını gene neler dolduracaktı. Hasta denilen insanlar, hayal kurmayı unutmuş insanlar olamazlar mıydı? Ya da aslında gerçeği yaşarken hayalden uzak kaldığımız için mi giderek hastalanıyor, giderek köreliyorduk duvarların arasında? Biz yalnızca bunları sormayı bilirken o, tüm bunların cevabını yeni bir hayalde arayacaktı. İşte bu, bir hayalperestle bir insanı birbirinden ayıran en büyük farktı.