Her Şeyin Harabesi: Levissi*

Yazar

Nehir Yılmaz

26. Sayı

Gezi Yazıları

Başka zamanlarda, başka biçimlerde yürüyenlerin adımlarıyla aşınmış, parlak taşların üstünden usulca kayarken, gelmiş geçmiş tüm yolcuların terlikleriyle sakince geçiyordum boşluğa bakan pencereleri önünden Levissi'nin.
Akşam yoğunluğu vardı ören yeri ziyaretini sona bırakanların ve iyi bir fotoğraf için gün batımını bekleyenlerin.
Ören yeri... Ne demekti ki bu “Ören”?
Orta Farsça avērān ve sonra vīrān’dan geliyor kabul etmiş bazı kaynaklar. Harap, yıkık, ıssız yani...
Ama en çok Oğuz lehçesiyle kulağa gelen o fısıltıyı sevdim ben; “Her şeyin harabesi”.
Her şeyin harabelerini görmek için bir bilet alıyorsunuz girişte.
Sanki bugüne kadar az harabe görmüşsünüz, ya da az yıkılmışsınız gibi...
Artık neyse sizin Her şey’iniz...
Neler olmuş diye merakla bakmak istiyorsunuz kapılardan, pencerelerden. Ne kadar yıkılmış diye tırmanıyorsunuz basamakları, evleri, içindekileri ve hayatlarını tahmin etmeye çalışarak. Ne kadar yıkılabilir ki? Ve hâlâ yaşayan biri olarak kalbe gelen kibirden azıcık da utanarak.
Şükür ki bedenen buralardan göçeceğimize eminiz de bu sebepten her şey daha katlanılır diye geçiyor içimden bir an. Tanrılara ölümlü olmak için yalvarabilirdik de.
Bazen bitmese bu oyun diye cıvıldasak da,
Hem varız hem yokuz.
Hem az hem çoğuz.
Hem yaşadık hem eminiz daha en güzeli yaşanmadı.
Benden daha hızlıları yukarı çıkmış bile...
Babadağ'ın eteklerinde, Levissi’nın sakinliğine varlığını haykırıyor. Adını söylüyor kara pencerelere, sokaklara, sarı boşluklara.Ve bekliyor boşluk da ona söylesin adını.
Cılız birkaç isim yükseliyor göğe. Levissi'nin umurunda değil. Kilisenin, okulun, fırınların, sarnıçların ve benim ve masmavi gökyüzünün umurunda değil.
Girişteki avlunun dantelli, oyalı, oyunlu, oyuncaklı tezgâhları, adına hayalet şehir denen Levissi’ye yeni renkler, yeni taçlar takıyor her gün.
Her ziyaretçinin telaşı, gülüşü, sesi, merakıyla taşlar yeniden canlanıyor her yeni altın sabahta...
Ve tazelenerek ölüyor bu koca kaya şehir, bir kadının göğsünde nefes nefese uyuyan âşığı gibi gecenin lacivert vakitlerinde...
 

Bizim bildiğimiz bin yıllardır böyle olan hikâyede her kumaş başka başka canlara sarılmış, sarmalanmış. Her millet nasibini almış, afetten, hastalıktan, savaştan, barıştan, ticaretten, zorunlu göçten, renginden, inancından, ötekiliğinden.

Demek benden olmayanı, bana katamayışım, yaratan benmişim de istediğim gibi olduramayışıma öfkelenmem yeni değil. Demek hiç dönüştüremedim yaralarımı. Demek sadece benim gibilere kapım, kalbim açık. Benden olmayanı, bana benzeyene kadar yontmam bu yüzden. Demek hiç tahammülüm yok reng'ahenk çeşit çeşit yapraklara, toprağın her rengine, duanın türlü ağızdaki hem naif hem öfkeli yakarışına…
Dilimdeki benden büyük, kocaman özgürlük ve hak türkülerine rağmen hem de...
Bu yıkık pencereleri, içindeki çocukları, incir ağaçlarını, sevdalılarını hiç ayırmadı evren oysa...
Aynı Bir’liğin içinde gözetti varlığı ve yokluğu...
Kalbimin ozanlarından biri taşların dibinden hatırlatarak devam etti sazıyla;
“Dünya senin vatanın mı yurdun mu?”
Sonra dilime düşen başka bir ozanın ezgisiyle dolaştım Levissi’yi, Kayaköy’ü;
“Olmas pippini mou* olmas”

Çok yazı var bu bölge hakkında...
Göç, insan, mübadele ve mücadeleye ilişkin...
Kimi hüzünlü, kimi öfkeli, kimi türkülü...
Siz de bir ezgi bağlayın dilinize,
Artık heybenize ne attıysanız...
Sırtlanın bir akşamüstü...
İster merdivenlerde oturun, ister kulağınızı dayayın bir duvara...

Ben evlerden birinin önündeki terlikleri geçirdim ayaklarıma, nefesim kesilene kadar yukarı yürüdüm...
Harabelerim sımsıkı avucumda...

Pippini Mou: Karabiberim
Levissi*: Kayaköy – Fethiye