27. Sayı
Röportajlar
Yekta Kopan öykülerinin kadınları, kardeşleri, aileleri var. Böylesi gerçekçi bir gözlem bazen bizi “Aile Çay Bahçesi”nden Müzeyyen Abla’ya götürüyor, bazen de “Bana Kuşlar Söyledi”nin “Şarkısı Çocukluğunun” öyküsündeki kardeşlerin elinden tutturuyor. Hepsi yüreğe değiyor ve bir mesele oluyor. Her öykünün, kitabın konusu farklı da olsa, “Şuraya illa ki dokunurum, değinirim” dediğiniz konular var mı? Varsa, bunun sebebi bir edebi eğilim mi?
Böyle bir düşünceyle oturmuyorum yazmaya. Yani kafamda “Mutlaka şu alanlarda gezmeliyim, şu konularla hesaplaşmalıyım.” diye mutlaklarım yok. Ama sorunuzun şöyle bir karşılığı var sanırım; aile kavramıyla hesaplaşmayı seviyorum. İyilikler de kötülükler de var o kavramın içinde, her evde olduğu gibi. İyilikleri görmekten uzak, kötülükleri örtmeye eğilimli aile kavramıyla hesaplaşıyorum kimi metinlerimde. “Aile Çay Bahçesi” de bunun bir örneğidir. Örtülen kötülükler, sığınılan yalanlar, dayatılan bir yapı… Bütün bunlar benim için tartışılacak meseleler ve ben de yazdıklarımla tartışma alanı açmayı seviyorum. O kapalı yapı içindeki çatışmaları deşmek, üstündeki sahte parıltıyı kazımak bana da bir düşünce alanı yaratıyor. Ama dediğim gibi, mutlaklarım yok. Dönem dönem değişen, benimle birlikte farklılaşan meselelerim oluyor. Burada değişmeyen tek olgu; yazarak hesaplaşmak ve okurla bir ortak tartışma zemini yaratma arzum.
Edebiyat ve sanat alanlarında yılların getirdiği bir birikiminiz var. Böylesi çok yönlü bir edebi hafızanın yeni kuşaklara aktarımı konusunda ne düşünüyorsunuz? Sizce edebiyat usta çırak ilişkisi ile mi ilerlemeli?
Usta-çırak ilişkisine bir yanım inanıyor, bir yanım da pek yakın durmuyor. Şöyle ki; her yazar yolculuğunun başında kendine edebi ustalar seçebilir. Onların üsluplarından, meseleleri aktarma yöntemlerinden, cümle kuruluşlarından ve hatta hayatlarından etkilenebilir. Bu çırağın ustayı seçişi halidir. Üstelik ustanın bundan haberi yoktur. Ayrıca tek bir usta da yoktur. Okurluk bilgisiyle günbegün değişir ustalar. Yazdıkça onlarla kurulan ilişkiler de değişir. Değişmelidir de. Yoksa yolun başındaki yazar kendi sesini bulamaz bir türlü. Seçtiği ustaların zayıf bir yansıması olarak kalır. Kendi sözünü bulabilmesi için, günü gelince seçtiği ustayla vedalaşmayı da bilmelidir kişi. Seçtiği ustayla ve ustalarla. Bu aynı zamanda edebi hafızanın aktarımı da sağlayan bir süreçtir. Üstelik bu aktarımda her yeni yazar, kendi zihin süzgecini de devreye sokar. Bunu değerli bulurum. Usta-çırak ilişkisine mesafeli duran bir yanım var dedim. O da bir ustanın, kendisine yolun başındaki bir yazarı çırak seçmesi onun yol haritasını çizmesidir. Eğri büğrü de olsa, patikalarla dolu da olsa, hatta yanlış coğrafyalara da götürse herkesin kendi haritasını çizmesini tercih ederim. Yazdıkça berraklaşacaktır kişinin kendine ait haritası.
Geçmişten bugüne, edebiyat severlerin profilinde nasıl bir değişim görüyorsunuz? Edebiyat atölyeleri, yazarlık kursları gibi platformların bu değişime etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sorunuzun ilk bölümü, oldukça uzun bir cevap gerektiriyor. Üstelik sabit bir cevap olmayacaktır bu. Bu söyleşinin yayımlanmasıyla okunması arasında geçen zaman diliminde değişimler devam edecektir. Bu da çok normaldir. Okur değişir, yazar değişir… Dünün hayat bilgisiyle bugünün okur-yazarını sınıflandırmak, bir çerçeveye sokmak, eleştirmek doğru gelmiyor bana. Sorunun diğer kısmına gelince; bütün bu söylediklerinizi değerli bulurum. Elbette burada bazı değerlendirme kıstaslarım var. Ama benim kıstaslarımı, bir değerlendirme cetveli gibi sunmamak lazım. Kişisel değerlendirmelerimdir bunlar. Yine de şunu söyleyebilirim; okurun düşünce alanını kısıtlamayan, katılımcısını kandırmayan, edebiyatın yaratıcı ve özgürlükçü yapısına önem veren, dayatmacı olmayan, üstten bakmayan bütün buluşmaları değerli bulurum. İnsanların buluşup edebiyat konuştukları, okumakla yazmakla uğraştıkları, daha iyi bir okur ya da yazar olmak için emek verdikleri ortamlar bunlar; elbette hatırı sayılır katkıları vardır.
Dünyaya tüketim çılgınlığı hakim olmuşken edebiyat da bundan nasibini aldı. Binlerce yeni kitap, basılmayı bekleyen bir o kadar yazı var. Bunca kitap kalabalığı edebiyatın geleceği adına bize ne söylüyor?
İyi hava kötü havayı kovar. Bu konuda kaygılanacağımız şey, okurun seçimlerinin doğruluğu-yanlışlığı değil, o okurun alt yapısını hazırlayan eğitim sistemi olmalı. Okur, o kalabalığın içinden kendi doğrusuna nasıl ulaşacak? Bu yolculukta hangi bilgi birikimini kullanacak? Düşünce dünyasına, edebi algısına katkı sağlayacak olanla nasıl buluşacak? Bütün bu sorular, eğitim sisteminin yapısında buluyor cevaplarını. Sadece okurluk yolculuğu değil, sanatın her dalıyla kurulacak ilişki bu eğitim sürecinde gelişiyor. Okul öncesinden başlayarak. Aile içinde şekillenerek. Eğitim kurumlarında genişletilerek. Ben her kurun, kendi okuma yolculuğunu oluşturabileceğine inanırım. Ama yola nereden çıkacak? Temel soru bu. Bugün, özellikle ülkemizde bu kaygılandığım bir durum. Bunu sadece bireylerin edebiyatla-sanatla ilişkisi açısından söylemiyorum. Özgür, aydın, yaratıcı, iyilikten yana zihinlerin oluşmasıyla ilgili bir kaygı benimki.
İçinden geçtiğimiz dönemeçler insanı; dolayısıyla yazıyı ve ortak hafızamızı etkiliyor. Savaşların gölgesinde, salgınların pençesinde kendine yabancılaşan bir hale büründük. Bu süreçte sizce edebiyat nereye evriliyor? Gerek Türkiye gerek dünya perspektifinden baktığınızda, şu dönemden sonra her şey biraz farklılaştı, diyebileceğiniz keskin süreçlerden geçti mi sanat dünyası?
Geçti, geçiyor ve geçecek. Sadece yirminci yüzyıldan bugüne bakmak bile ye-terli. Savaşlar yaşadı dünya geçen yüzyılda, toplu katliamlar, soykırımlar, baskıcı rejimler, doğal afetler, karanlık iktidar ilişkileri. Bu her zaman böyle olmuştur. Ve sanat her zaman bunlarla hesaplaşmaya cesaret etmiştir. Yine edecektir. Sanat üretimi üstünde kurulan baskılarla da elinden geldiğince mücadele edecektir. Yine sözünü söyleyecektir, bu konuda umutsuz değilim. Ancak içinde bulunduğumuz zamanın tüketim hızı, dikkat dağınıklığı, gittikçe büyüyen umutsuzluğu beni de kaygılandırmıyor değil. Belki de bir “erime çağı” bu. Geriye ne kalacak, şimdiden bilemem. Sorunuzun girişinde, çok umutsuz bir tablo çizdiniz. Sanatın bu tabloyla mücadele etme kararlılığı konusunda kaygım yok ama günümüz insanının kendisini böyle bir tablonun içinde görüyor olmasından dolayı kaygılıyım. Üzgünüm hatta.
Son yıllarda birçok kıymetli sanatçıyı kaybettik. Bazı çok değerli edebiyatçılar ise yurtdışına taşındılar. Sizce bu gelişmeler sonucunda özellikle İstanbul'da edebiyat, kültür sanat çevrelerinde bir nabız düşüklüğü hissediliyor mu?
Bu sorunuza ancak kişisel bir cevap verebilirim. Bütün gidişler, kayıplar bende bir azalma, ıssızlaşma, yalnızlaşma duygusu yaratıyor. Ama bir yanıyla da artık aramızda olmayan o isimlerin mücadelesini sürdürme kararlılığı veriyor, sorumluluğu yüklüyor. Onlara karşı borçlu hissediyorum kendimi. Aralarında benim de yol arkadaşım, hocam, dostum olmuş çok sayıda insana veda ettik. Geriye kalanlar sadece onların üretimi ya da bendeki anıları değil. Böyle olmamalı. Onlardan geriye sanatsal mücadelenin kararlı cümleleri de kaldı. Bizler de o cümleleri çoğaltmalı, yeni paragraflar eklemliyiz. Günün birinde bizim sesimiz de susana kadar…
Bizim gibi yeni nesil dergicilikle uğraşanlar ve bu platformlarda yazma imkanı bulan edebiyat severler son zamanlarda bir hayli arttı. Birbirini yeni kitaplardan, etkinliklerden haberdar eden organik bir topluluk yaratmaya başladık. Ülkemizin kültür ve sanat alanındaki en önemli isimlerinden biri olarak, bu platformlara nasıl bakıyorsunuz? Buraların gelişmesi için bizlere tavsiyeleriniz var mı?
Tek tavsiyem, kimseden tavsiye almamanız olur. Lütfen “şöyle yapın, böyle yapmayın” diyenlere aldırmadan çizin yolunuzu. Hatanız bile size ait olsun. Ne güzel şeyler söylüyorsunuz. Genç okurlar, genç yazarlar, şairler… Hala şiir okunduğunu duymak bile mucize gibi. Üstelik bütün bu yapıların birbirleriyle ilişkilendiğini söylüyorsunuz. Bir okur olarak daha ne isterim.