29. Sayı
Öyküler
Elimdeki ufak defterle ne vakit insem sahil tarafına güneşten sararmış saçları ve yıpranmış kıyafetleriyle sandalların önünde görürdüm adanın yağız delikanlısını. Eli pek kalem tutmamıştı ama boya fırçası sanki daha küçükken eline oyuncak diye tutturulmuş, sonrasında da belki zaten bildiğini yapmanın rahatlığından belki de bir zaman sonra renklerin tutkunu olduğundan boyacılık işine gönül vermişti. Okulun, sokakların tek renk boyalarının üstüne elindeki tek fırçayla türlü şekiller çizerdi. Balık mevsiminden önce de sandallar yine onun eline bakardı.
Güneş ufukta alçalırken cilveli bir türküyle elindeki boya kutularını da öyle bir çalımla taşırdı ki adadaki en elzem genç olduğuna ikna olurdum çoğu kez. Tabi bir şair gözüyle yücelttiğim bu keyifli tavırları aslında sandalların az ilerisinde arkadaş grubuyla oturan Rum kızının dikkatini çekebilmek için yapılan birkaç tatlı göz kırpış ve birkaç çapkın gülüşten fazla bir anlam da içermiyordu. Geriden izlediğim bu nazik ve bir o kadar haylaz gençlik aşkı adadaki en saf duygu gibi hissettirirdi daima.
Seyfi akşamki eğlenceye dek o gün boyamaya söz verdiği sandalın çift kat boyasını bitirir, akşam da sahilin berisindeki meydanda edilen dansların ve oyunların başrolü olarak parlardı, gece fenerlerinin aydınlattığı kalabalıkta. Yaşlılar sanki kendi evlatları gibi severken çocuklar da biricik kahramanı gibi görürlerdi. Seyfi’yle Rum kızı ateşin etrafında dans ederken birbirlerine neredeyse hiç bakmadan büyük dans çemberinin içinde dönerlerdi. Diğerleri değil, yalnız çocuklar ve ben o yumuşacık dokunan bakışları fark eder, Seyfi’nin mavi yeşil gözleri ne zaman bizimkilerle buluşsa sırrının bizimle güvende olduğunun sözünü verircesine gülümserdik.
-Yaşa, bre!
Buğday teni ateş ışığı altında sarı sarı parıldarken neşeli gülüşü de herkesi etkisi altına alır; elleri, ayakları kıvrakça hareket ederken kalabalığı da kendi canına katardı sanki. Ağzı bozuk huysuz terzi bile boyacının neşesiyle kendine mutlu olacak bir neden bulmuş olurdu. Yalnız insanların neşesine değil; benim şiirlerime, öykülerime de konuk olurdu. Ada çapında çıkardığımız ufak gazetemizde ne vakit ondan ilham aldığım bir dize, bir cümle yazsam herkesin daha çok hoşuna gider Seyfi de gelip teşekkür ederdi onca deli dolu haline rağmen mahcup mahcup:
- Şiirinizde yer vermişsiniz, sağ olun muallim bey.
- Yazdıklarımda bir sanatçıya yer vermek ayrı bir mutluluk benim için.
- Sanatçı mı?
- Tabi ya... O sandalları, duvarları kim öyle boyayabilir senden başka?
- İşler değişir o zaman. Benim sadece ellerim işler, sen o renkleri gönlümden çıkarana yazacaksın hikayelerini.
Dört sene kadar muallimlik yaptım adada. Sonra başka bir yere verdiler görev yerimi. Yalnız daima çok özledim oraları. Renkli yaz akşamlarını, kırmızılı sarılı sonbaharlarını, ağaç kovuklarının postacı olarak kullanıldığı masum aşklarını, saman alevi kızgınlığını... Nihayetinde bu özlemim yüreğime tak etmişti, bir aralık olanak bulup düşürdüm yolumu Ege’ye.
Köy kahvesi bildiğim yerdeydi, terzi kadın kapatmıştı çoktan. Sahilden sonra meydanı da geçip kalenin altında kalan ilkokulun renkli resimleri silinmişti ve yenileri de yapılmamıştı. Açık mavi bir renk tüm okulu kaplıyordu. Hatırladığım o dokunuşun silinip gitmesinin yanı sıra bir de boyalı olsun diye renklendirilmiş duvarlar, eskinin güzelliğini unutmak ister gibi kaldırıp atmıştı üstünden. Seyfi’nin fırçasından ne bir iz kalmıştı ne de ufacık bir his. Yüreğime bir ağırlık gelip çökmüştü buralara yabancı bir duygu olarak. Hafif esinti sanki hüzünlü bir ıslık tutturmuştu bu sefer ve anlatmaya çalıştıkları buraya gelirken kulaklarıma varan gülüşümü solduruyordu yavaş yavaş. İster istemez ellerim sanki yükünü hafifletecek gibi ağırlaşmış kalbimin üstünde birleşirken tanıdık birini görme umudu ilk baştaki hevesimi azıcık da olsa canlandırmıştı ve ben de adımlarımı gerisin geri çevirip tekrar meydana dönüp kilise tarafındaki kahvehaneye yürümeye başladım, sahibinin hala orada olduğunu düşleyip. Kaç akşam oturmuştum o alçak, ahşap taburelerde kahvemi yudumlarken ve yine kaç akşam derin sohbetler içinde kaybolmuştum. Sola döndüğümde gördüğüm tanıdık dükkân gülümsetti beni. Değişmeyen şeyler vardı işte. Bildiğim ada...
Selam vererek attım adımımı içeri ve gözlerim hemen tezgâh arkasında görmeyi beklediğim simayı aradı. Bıraktığım gibi duruyordu işte Maria Hanım. O an gözlerimde çakan yıldızları onun da fark ettiğini biliyordum elbet.
-Aman efendim, kimler gelmiş. Hoş geldiniz muallim bey. Bu ne hoş sürpriz böyle. Ah, ne sevindim sizi gördüğüme.
- Hoş buldum Maria Hanım. Ben de çok memnun oldum sizi hala burada bulduğuma.
- Buyurun, buyurun ayakta kalmayın rica ederim.
Gösterdiği masaya oturdum ve biraz gergince biraz memnun gülümsedim.
- Eee… Hangi rüzgâr attı sizi buraya?
- Çok özledim buraları, sonunda da dayanamadım geldim işte. Beni bırakalım, siz anlatın lütfen. Neler oldu ben yokken? Nasılsınız? Çok özledim buraları.
- Ah, aynı ada canım. Çocuklar büyüdü, gençler evlendi, biz de yaşlandık. İyiyiz tanrıya şükür.
- Demek her şey aynı?
İçimdeki o huzursuzluk Maria Hanım’ın yanıldığını söylüyordu.
- Başlattığınız o dergi devam ediyor, hatta artık ilçede de dağıtılıyor. Öğrencileriniz epey çalıştı sizden de öğrendikleriyle. Hatta geçenlerde çok güzel bir tiyatro oyunu da çıkardılar. Daha buralarda olacaksanız sizin için de oynarlar seve seve.
- Çok mutlu olurum. Bu arada Seyfi hala boyuyor mu kayıkları, sandalları?
Lafı dolandırmadan merak ettiğim insanı sormanın daha iyi olacağını düşünmüştüm. İçimi yiyip bitiren o histen bir an evvel kurtulmak için.
- Hiç sormayın muallim bey zavallının başına geleni. Pek de güzel bir çocuktu bilirsiniz.
- Bilirim.
Boğazım düğümlenmişti, belli ki Maria Hanım hiç iyi havadisler vermeyecekti. Yutkunup gözlerine baktım devam etmesini istediğimi belirtircesine, o da uzatmadan olanı biteni anlatmaya koyuldu:
-Bir sevdiği varmış bu garibanın. Kızı verdiler başkasına, sonra evlenip gitti adadan. Siz gittikten 2 yıl sonra oldu bunlar. Aman efendim ana yok baba yok eridi dağ gibi oğlan gözümüzün önünde. Ne gelir elden?
Maria Hanım öylesine duygulanmıştı ki gözleri doldu anlattıkları yeniden aklına gelince. İki damla yaş gözlerinden düşüp pembe yanaklarını ıslattı.
- Yazı ne denli cıvıl cıvılsa kışları da bir o kadar çetindir buraların. Hiçbir şey güllük gülistanlık yürümez. Seyfi de hastalandı güçten düşünce. Ah, muallim bey iyi ki yoktunuz! Hepimizin içi parçalandı da yardım edemedik bir parça yetime. Hala herkes yüzü yerde gezer bundan.
- Ne hastalığı bu Maria Hanım?
- Zatürre efendim. Öyle bir illetti ki sanki sadece Seyfi’nin değil tüm adanın boynuna dolandı. Seyfi vefat ettikten sonra hiçbir şey aynı olmadı adada. Bir tek genç veriyormuş gibi koskoca adanın ruhunu.
Dilim tutulmuştu, öylece kalakalmıştım. Böyle bir haberi adaya adım attığım andan beri ruhumda hissetsem de gönlüm reddetmişti şimdiye dek. Yokluğunun hissi tıpkı bir mermi gibi saplanmıştı en içime, grileşmiş adanın renkli boyalı duvarlarını gördüğümden beri. Türküyle vurulmamış sarı çizgiler, çapkın bakışlarla yapılmamış pembeli kırmızılı kalpler ve baharın çiçeklerinden bile güzel sandal tahtalarındaki taç yapraklar aşk dolu yüreğin noksanlığında hoşluklarını yitirip kalmıştı ve gözlerim yanılmamıştı göremediği ruh karşısında.
Cıvıl cıvıl olur adanın yazları ve kışları da bir o kadar serttir.