Film Bülteni | Eylül - Ekim 2024

Yazar

Hüseyin Çakır

30. Sayı

Diğer

Her geçen gün büyüyerek daha da kalabalıklaştığımız ve sürekli aramıza yeni sinemaseverlerin katıldığı Raf Dergi Film Kulübü’müzde Temmuz- Ağustos ayında her hafta birbirinden değerli filmler konuştuk. Ferit Edgü ve Genco Erkal’ı anmak adına bir hafta “Hakkari’de Bir Mevsim” filmini ele aldık. Diğer bir hafta ise Lars von Trier’in bir tiyatro oyunu izliyormuş hissi uyandıran Dogville’ini tartıştık, “Barton Fink” ile biraz da komedi izleyip keyfimiz yerine gelsin istedik, Hitchcock’un “Kuşlar” filminden sonra “O yılda ne film yapmışlar be!” demeden geçemedik, Handan İpekçi’nin Türk-Kürt sorunlarının zirvede olduğu yıllarda çektiği barış adına muhteşem bir adım sayılabilecek “Büyük Adam Küçük Aşk” filmini izleyip yönetmenin cesaretine ve kalbine hayran kaldık. Ustaları konuşmadan olmaz deyip Fellini’nin “8½” ve Kurosawa’nın “Seven Samurai” filmlerini masaya yatırdık, Zeki Demirkubuz’un yıllar önce izleyip “Bu yaşlarda bu filmi ben çekseydim intihar ederdim.” dediği Uruguay filmi Whisky’i izleyip yönetmenlerin iç dünyasını anlamaya çalıştık ve son olarak Dogville’in yönetmeninden çoğu kişiye göre yönetmenin en rahatsız edici filmi sayılan “The House That Jack Built” filmini uzun uzadıya konuştuk ve bazı filmlerin üzerine konuşmak için 1 saat dahi yetmiyor kanısına vardık. Eylül ve Ekim ayı için de birbirinden güzel filmler konuşmak için sabırsızlanıyoruz, kimi buluşmalarda ise bu sohbetleri yönetmenler ve oyuncularla da yapmayı planlıyoruz, sizleri ise bu güzel oluşuma davet ediyoruz..

Ferit Edgü ve Genco Erkal anısına:
“HAKKARİ’DE BİR MEVSİM”
Ferit Edgü’yü kaybettiğimiz hafta film kulübü’nde “Hakkari’de Bir Mevsim” konuşmak istedik. Filmi konuşmamıza birkaç gün kala ise filmin başrol oyuncusu Genco Erkal’ın vefat haberini aldık. Film hepimiz için çok daha anlamlı bir hale gelmiş oldu. Sinematek Sinemaevi tarafından restore edilip Mubi’de tekrar yayınlanan kopyasını, şahsen hayranlıkla izledim. Umarım yerli sinemamız adına çok daha fazla restore edilen film görürüz. Filmde sürgün olarak Hakkari’ye giden bir öğretmenin orada güçlükler içinde geçirdiği bir kış mevsimini izliyoruz. Zaman zaman o soğuğu biz de iliklerimize kadar hissediyoruz. Ferit Edgü’nün “O” adlı romanından uyarlanan filmin edebi bir hava barındıran diyaloglarından gördüğümüz kadarıyla kitaptaki hissi de sonuna kadar verdiğini düşünüyorum. Çaresizliğin nasıl bir şey olduğunu, bazı şehirlerimizde hayat şartlarının ne kadar zorlu geçtiğini ve yıllar geçse de kimi coğrafyalarda bazı şeylerin hala aynı kaldığını tüm gerçekliğiyle gösteren bu filmi izlemenizi öneriyorum.

Yönetmenin Film Çekildikten 2 Yıl Sonra İntihar Ettiği Uruguay Filmi;
“WHISKY”

“Whisky” üzerine konuştuğumuz filmler arasında en çok ilgimi çeken yapım oldu. Zeki Demirkubuz filmin yayınlandığı yıl yurtdışında katıldığı bir film festivalinde farklı bir film izleme düşüncesiyle “Whisky” filmini izliyor ve filmden o kadar etkileniyor ki; “O yaşlarda ben bu filmi çekseydim intihar ederdim.” diyor çünkü bu yönetmenler o genç yaşta hayatı ve yaşamı nasıl bu kadar derinden anlayıp seyirciye de bunu yansıtıyorlar akıl sır erdiremiyor, aynı bizler gibi. Sanki bir kehanet gibi filmin vizyona girdiği 2004 yılından 2 yıl sonra 2006’da filmin iki yönetmeninden biri olan Juan Pablo Rebella intihar ederek yaşamına son veriyor. Başroldeki kadın oyuncunun performansına hayran kaldığımı söyleyebilirim, filmin o ruhsuz, rutin havasını donuk yüz ifadesiyle o kadar iyi yansıtıyor ki kurgu bir film mi izliyoruz yoksa bir belgesel mi düşüncesi yaratıyor. İşin ilginç yanı Whisky filmi, Mirella Pascual’ın oynadığı ilk film, bu filmdeki muhteşem performansından sonra oyunculuk serüvenine atılıyor ve bugüne kadar 30’dan fazla filmde görüyoruz kendisini. İki kardeş ve bir kadın arasında geçen bu hikayeyi aslında ben biraz da “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” filmine benzettim, çünkü orada da iki kardeş ve bir kadın izliyorduk ve bazı hisler çok benzerdi. Yönetmenlerin sabit kamera açılarıyla, bitmek bilmeyen bir döngüye sahip olan o rutin hayatı ve sıkıcılığını nasıl seyirciye aktardığını görmeniz için dahi şans vermeyi hakeden bir film “Whisky”, fakat aman diyeyim kötü bir zamanınızda izleyip depresyona girmeyin.

Finaliyle Hepimizi Hayrete Düşüren bir Trier klasiği;
“DOGVILLE”
Seyirciyi genelde nefretle aşk arasındaki 2 ayrı zıt kutupta gezdiren Lars von Trier’in aslında çoğunluğun sevdiği nadir filmlerinden olan “Dogville”i konuştuk. Filmi izleyip üzerine konuştuktan sonra seçtiğimiz film konusunda doğru bir karar verdiğimize emin olduk çünkü filmin vermek istediği birçok mesaj, altında derin anlamlar barındıran sahneler, ve çeşit çeşit sembolik anlatımlar var. Film aslında bir tiyatro oyunu izliyormuş hissi vermesine rağmen bir dakika dahi seyirciyi sıkmadan 3 saate yakın süresiyle kendini izlettirmeyi başarıyor. Çünkü yaşananların tuhaflığı, garipliği ve ilgi çekiciliği dakikalar ilerledikçe daha da artmaya başlıyor. Nicole Kidman’ın canlandırdığı Grace karakterine bürünüyor ve biz onun yerinde olsaydık ne yapardık diye düşünmeden edemiyoruz. Film boyunca hem dini hem felsefi anlamda hikaye bizi pek çok sorgulamaya da itiyor aynı zamanda. Finali ve yaptığı ters köşe ile ise şahsen benim ağzımı açık bırakmayı başarıyor film, ki sanırım bir filmi iyi film yapan unsurlardan biri de bu olmalı. Dogville bu yazıyı okuyan herkese gözüm kapalı tavsiye edeceğim bir film.