Kendi Yolunun Yolcusu Olanlar: Martin Eden

Yazar

İrem Karabudak

31. Sayı

Kitaplık

Dil ve anlatım yönünden etkileyici olduğu kadar da sürükleyici, yalın olduğu kadar da cana yakın... İnsanı çekip etkisi altına alan, onu kendisiyle tekrar tanıştıracak nitelikte bir eser: MARTIN EDEN…

Her yaştan insanın içinde kendisini bulabileceği, Martin'in gemisi gibi sürüklenip giden hayatımıza renk katacak, yeni ufuklar açacak hoş bir kitap, Martin Eden. Kitabı okurken yazarımızın kendisini bulabiliyoruz satır aralarında. Kitabın yarı biyografik olması ona daha ilginç ve inandırıcı bir hal katıyor.
Gelelim olay ve içeriğe:
Mekan değişken olsa da zaman on dokuzuncu yüzyılın son demleri, yirminci yüzyılın başları. Yirminci yüzyılın başlarında kapitalizmin belki de en çıplak, en acımasız olduğu, bir kısmı zengin ederken büyük, yoksul kitleyi yakıp kavuran bir dönemdeyiz. Ana karakterimiz Martin Eden, herkesin tanıması geren bir karakter bence. Kitabı okurken hayrete düştüğüm, azmine hayran kaldığım benzersiz bir kişilik. Kitabın başlarında gemilerde çalışan, mavi yakalı, eğitimsiz, alt sınıfa mensup genç bir delikanlı... Bizim Martin, günlerden bir gün Ruth adlı bir kıza tutulur. Ruth; burjuva sınıfından, varlıklı bir ailenin olgun, aklı başında diyebileceğim kızı. London'ın Martin ve Ruth'a dair sayfalarca betimlemesinden sonra anlaşılıyor ki, o altın sarısı saçlar, mavi gözler bir daha Martin'in aklından çıkmayacak. Bizim Martin de başına geleceklerden bi' haber, abayı yakar kıza. "İlk görüşte aşk" mı desem, bilemedim.  Ama biliyorum ki sanki yürekten çok akla, akıldan çok hırslara dayalı kavurucu bir aşk hikayesi bu. Martin kıza tutulur tutulmasına ama onun yanındayken kendini ne denli heyecanlı hissediyor, kalbi ne kadar pır pır atıyorsa bir o kadar da kendini "kör cahil" addeder. Ve sırf sevdiği kadın için kendini geliştirmeye, değiştirmeye ve değişmeye başlar, yazılar yazmaya karar verir.
İlk olarak konuşma tarzından başlar değiştirmeye. Hayatında adını bile duymadığı, hiç eline almadığı kitapları okumaya başlar. Marx okur, Nietzsche okur. Sadece edebi eserlerle kalmaz, pozitif bilimlere de hakim olma gayesine bürünür. Öyle ki okuduğu kimya kitaplarında anlatılan deneyleri, hayalinde yapıyormuşçasına canlandırır ve hiç okumadığı kadar okumaya, hiçbir şeyin peşinden koşmadığı kadar bilginin peşinden koşmaya başlar. -bir de Ruth'un tabii-

Kitapta her bir sayfayı değiştirdiğinizde Martin'in de değişimi ve bunun için verdiği çaba gözler önüne seriliyor. Okurken hep kendime "Martin tüm bunlar için o motivasyonu nereden ve nasıl buldu?" diye sorup durdum. Sonuçta denizciliği bırakıp yazılar yazarken geçimini sağlamak için sahip olduğu tek takım elbiseyi bile kiraya çıkaran bir gençten bahsediyoruz.

HİÇ DE UZAK DEĞİL, AİLEDEN BİRİYMİŞÇESİNE…

Martin Eden’ın başına gelenlerden bahsettik hep, biraz da kendisinden konuşalım. Kitabı okudukça anlıyorsunuz, artık Martin de bizden biri. Ailenin küçük kardeşiymiş gibi, o kadar çok seviyoruz yani!  Fakat bunun yanı sıra sorgulamak lazım, “Martin Eden” karakterinin dünya edebiyatında nasıl bu kadar kabul gördüğünü. Aslında cevap çok açık: Martin de bizler gibi insani zaaflara sahip olan, azmi yer yer hırsa dönüşen, değişirken, gelişirken ve kendini var ederken yanı başınızda sizlerle sohbet eden bir dosta dönüşüveriyor. Öte yandan, ona çevresindeki herkes köstek olurken, (zaman zaman Ruth bile) destek olacak bir tek kişi bile yokken ilham veren bir başarının hikayesidir Martin Eden. Böylelikle anlıyor ve inanıyorsunuz ki amaçlar farklı da olsa hedefe ve gerçeğe ulaşmakta tek yol göstericinin bilginin gücünden geçtiğini, ilham alıyorsunuz Martin’in hayatla böylesine verdiği bu savaşı ve dirayeti. Sınıfsal farklılıklar, sınıflar arası çatışma da okurken dikkatleri üstüne çekiyor tabii. London bu konuya parmak basarken asla gerçeklerin arkasına saklanmamış, aksine 20. yüzyıl Amerika'sına bir ayna tutmuş. İşte böylelikle sınıf atlamanın da simgelerinden biri oluyor Martin ve saydığım tüm sebeplerden ötürü ete kemiğe bürünüyor satırlarda.
 

GERÇEKLER HİÇ BU KADAR ACITMAMIŞTI!


Kitabı okurken sorgulanılan bir başka şey de "mükemmellik" algısı oluyor. İdealizmi verirken bir yandan da sorgulatan bu kitap aslında "mükemmel" denen bir şey olmadığını hatırlatıyor okuyucuya. Bilgi ve hedefleri uğruna kendini kabul ettirebilmek için uykuyu bile düşman belleyen, yoksullukla, daha da kötüsü sevgi yokluğuyla mücadele veren bu insan aslında o “burjuva sınıfını” nasıl da gözünde büyütmüştü, bir süre sonra herkes ona nasıl da boş geliyordu…  Bu kadar emek verip kendi kariyerini tırnaklarıyla kazıyarak var eden bu adamın “hazin” sonunu okurken bir kez daha hatırımda yer etti bu düşünce.

“Bu adamların zeka kıtlığını, kitaplarda okuduğu filozoflarla ölçüyordu. Profesör Caldwell hariç, Ruth’ların evinde bir tane bile dev bir beyinle karşılaşmamıştı… Geriye kalanlar kafasız, yüzeysel, dogmatik ve cahil insanlardı. Martin’i asıl şaşırtan bunların cehaletiydi. Bu insanlara ne olmuştu? Neredeydi bunların eğitimi? Onlar da Martin’in okuduğu kitapları okumuşlardı. Nasıl olurdu da bu kitaplardan çıkarımda bulunamazlardı?” (sf. 322) 

Sonuç olarak kitabın içerisinde aşktan, yaşama verilen dirence, insanlar arasındaki ilişkilerden, dönemin siyasi çalkantılarına ve ideolojilerine; siyasi, ekonomik ve sosyal anlamda kısa soluklu insanlık tarihine kadar pek çok alana hitap eden bu kitapta herkesin kendisinden en az bir şey bulabileceğine inanıyorum. Tutkulu bir aşkın nasıl devam ettiği ve sonuçlandığı, insan denen mahlukatın ne kadar da garip ve sıra dışı olduğunu gözler önüne seren; fazla umutlandığımız, büyük beklentilere sahip olduğumuz kişilerin aslında ne kadar da boş olabileceğini gösteren büyük bir eser bence. Yazdığı eserle hayatı değil anlatmak size yaşatıyor, hem de en içten, en şeffaf ve en acımasız haliyle -olduğu gibi-

YAZARI TANIYALIM

Bir eseri anlamaya ve irdelemeye çalışmanın yolu ilk olarak yazarı ve yazarın yaşadığı dönemi içselleştirmekten geçer. Hele belirttiğim gibi yarı otobiyografik nitelikte olan bu eser için kaçınılmaz oldu bu. 

Çocukluk yılları hep yoksulluk içinde geçmiş London’ın. Eğitimi kesintilerle sürse de beş yaşında kendi kendine sökmüş okumayı. Kitapta Martin Eden’ın de pek sevdiği, adeta ikinci evi addettiği Oakland Yerel Kütüphanesi’nin müdavimlerindenmiş London. Kitapları çok sever, gece gündüz kitap okurmuş kütüphanede. 17 yaşında Japonya’ya gitmek için bir gemiye tayfa olarak yazılmış. (Belki de bizim Martin’in denizcilik günleri o günlerden şekillenmeye başlamıştır, kim bilir.) Berkeley Üniversitesi’ni kazanmış fakat maddi imkansızlıklardan devam edememiş. Fakat orada daha sonra onda büyük etkisi olacak Darwin ve Nietzcshe’nin eserleriyle tanışmış. Parasızlıktan 1897 yılında Klondike Altın Avına katılmış fakat bu yolculukta denizci hastalığı olarak da bilinen “skorbüte” yakalanmış. Aynı zamanda bu yolculuk onu üne kavuşturacak olan “Vahşetin Çağrısı” eseri için ilham olacaktı.

Benimsediği siyasi anlayış tam net olmasa da 20 yaşında sosyalizmi benimsediği bilinmekte ve London, Amerika’da o zamana kadar soylular için üretilmiş olan edebiyata, bütün sınıflara hitap etme anlayışını ortaya çıkarmış.1929’da New Masses adlı derginin dediği gibi “Amerika’nın o zamana kadar ilk ve tek proleter yazarı…