20. Sayı
Kitaplık
Yazarın kalitesinde temel belirleyici faktör, ne anlattığından ziyade nasıl anlattığıdır. BirçoÄŸumuzun aklına çarpıcı bir konu gelir ama bunu yazıya dökerken büyük güçlükler yaÅŸarız ve ortaya çıkan yazıdan da etkilenen insan sayısı genellikle bir elin beÅŸ parmağını geçmez. Ancak en sıradan konuyu biri çıkıp öyle bir anlatır ki aynı kitabı tekrar tekrar okuyabiliriz. Ä°ÅŸte Thomas Bernhard üslubu ile farklılaşıp kendini tekrar tekrar okutan deÄŸerli bir yazar. OkuduÄŸum eserleri çoÄŸunlukla baÅŸtan sona tek bir paragraftır ve bu durum tutkal vazifesi görür. Bununla birlikte sıradan bir konuyu iÅŸlerken derinliÄŸinde bize hayata dair sorgulamalar yaptırmayı baÅŸarır ve hayata farklı açılardan bakma imkânı buluruz.
Otobiyografik beÅŸlemesinden SoÄŸuk'ta, Bernhard'ın on sekiz yaşındaki hâline tanık oluruz. Yazarın hayatının hayli zor bir safhasında akıl hocası olup onu müzik ve edebiyata meraklı, sanata dönük bir insan olarak yetiÅŸtiren büyükbabası yakın zamanda hayatını kaybetmiÅŸtir. Annesi ise bu kayıptan dolayı hâlihazırda saÄŸlığını zorlayan rahim kanserinin son safhasına geçerek yataktan kalkamayacak bir hâle gelmiÅŸtir, öyle ki artık aile üyeleri daha fazla acı çekmemesi için onun bir an önce ölmesi için dua eder hâle gelmiÅŸlerdir. Ä°ÅŸte bu anda ortaya bir de Bernhard'ın verem hastalığı çıkar ve sanatoryuma yatırılır. Tüm bu olayların dünyanın gördüÄŸü en ÅŸiddetli savaÅŸ olup Avrupa'nın hem maddi hem de manevi açıdan harap düÅŸtüÄŸü Ä°kinci Dünya Savaşı'nın yeni sonlandığı 1945'te vuku bulduÄŸunu göz önünde bulundurursak genç Bernhard'ın ne kadar zor bir dönemde olduÄŸunu gözümüzün önüne daha iyi getirebiliriz.
Bir yanda hasta annesini ölüm döÅŸeÄŸinde bırakmanın yarattığı vicdan azabı, diÄŸer yanda etrafında her gün ölen hasta insanlar varken Bernhard hayata tutunmak için bulabildiÄŸi ya da zihninde yaratabildiÄŸi her ÅŸeye sarılır ancak zaman zaman âdeta dibi görür, ironik bir ÅŸekilde bu duruma bile sarılarak yeniden ayaÄŸa kalkar. SavaÅŸtan çıkmış pek çok insanın da veremden muzdarip olduÄŸunu görür ve tahribatın en büyüÄŸünden yakayı sıyırmış bu insanların son anlarında kaderlerine ortak olmanın teslimiyetini duyar.
Bir gün koÅŸullardan etkilenmeyerek hayallerine tutunan yanındaki bir hasta arkadaşının fikirlerine sarılır. Bir yandan da kendisi ya henüz anne karnındayken ya da daha yeni doÄŸmuÅŸken ailesini terk etmiÅŸ babasının kim olduÄŸunu düÅŸünerek hayata sarılmaya çalışır. Bu esnada hayatımızda sormak isteyip de bir ÅŸekilde soramadığımız soruların karanlığında yaÅŸadığımızın farkına varmamızı saÄŸlar. Ä°leride hayatını yazarak kazanacak bir insan olacağından yazarlığa dair önemli noktalara ışık tutar. ÖrneÄŸin; gerçek yazarın “utanmaz” yapıda olması gerektiÄŸi gibi. Bununla birlikte ancak yazarak var olabildiÄŸini söyleyerek yazma eyleminin ne kadar önemli olduÄŸunu vurgular. Ä°ronik bir ÅŸekilde ise yazmanın aslında var olan durumu, olayı bozduÄŸunu, ona yeniden ÅŸekil verdiÄŸini, hâliyle yazılardan asla gerçeklere varılamayacağı fikrini ortaya atar, bunu destekleyecek bir noktayı ise ona büyükbabası söylemiÅŸtir: Gerçeklere ulaÅŸtığımızı düÅŸünürken hep yanılırız, aynı zamanda hata yaptığımızı sandığımızda da geriye sadece anlamsızlık kalır ve iÅŸte genç Bernhard için sarılacak bir nokta daha… Ä°ki sene boyunca kaldığı sanatoryumda Dostoyevski ile de tanışır ve onun Ecinniler'i ufkunu açar, bunun gibi daha nice büyük eseri okuma hevesi de onun için sarılacak bir nokta olur.
Sonuçta genç Bernhard ile birlikte, hayata tutunacak dalları bir bir bulup yaÅŸama içgüdüsünün ne kadar kuvvetli olduÄŸuna ÅŸahit oluruz. Bunlardan birisinden son olarak bahsedeyim; Bernhard bir yerde eÄŸer intihar etmediyse bunun temel nedeninin çok meraklı ve korkak bir tabiata sahip oluÅŸu olduÄŸunu belirtir. Yarın ne olacağını merak eden bir insanın kendi hayatına son vermesi hâliyle zorlaşır. Bundan dolayı içimizdeki çocuÄŸu canlı tutmak demek aslında yetiÅŸkin bize hayat vermek manasına gelir. Bununla birlikte kitabın henüz baÅŸlarında sanatoryuma yeni girdiÄŸinde bir anda sahip olduÄŸu bulaşıcı hastalığın kendisine ne kadar güç verdiÄŸini düÅŸünür ve bu esnada ister istemez güleriz ki mizahın da bizi hayatta tutan, daha doÄŸru ifade ile hayatın zorluklarına karşı dirençli olmamızı saÄŸlayan temel etkenlerden biri olduÄŸunu fark ederiz. Mesela, her gün iÅŸ çıkışında akÅŸamleyin Twitter'a giren ve gün içindeki türlü üzücü, ÅŸaşırtıcı, öfkelendirici haberlere ÅŸahit olan insanların bunlara karşı hemen mizaha sarıldıklarına ÅŸahit oluruz. Bunu hiç tanımadıkları baÅŸka insanlarla etkileÅŸim kurarak icra etmeleri ise onlara birliktelik duygusu da vererek bu haberlere karşı direnç oluÅŸturmalarını saÄŸlar. Mizah güçtür ve asla küçümsenmemelidir. Bazen biz insanlar onu küçümseriz, hatta mizaha düÅŸkün insanları ciddi olmamakla itham edip küçük görürüz ancak unutmayalım ki bizim bu muameleyi reva gördüÄŸümüz mizahı diktatörler oldukça ciddiye alırlar ve onu tarih boyu susturmaya çalışmışlardır. Diktatörler halkın gülmemesini, her an kendisini diken üstünde hissetmesini isterler ve âdeta halkını sanatoryumda hapsedip yegâne ÅŸifa kaynağı olarak kendilerini gösterirler, halk da biçare hâlde onlara sarılarak hayatta kalmaya çalışır ama aslında celladına teslim olmaktadır sadece.