Yazarın kalitesinde temel belirleyici faktör, ne anlattığından ziyade nasıl anlattığıdır. Birçoğumuzun aklına çarpıcı bir konu gelir ama bunu yazıya dökerken büyük güçlükler yaşarız ve ortaya çıkan yazıdan da etkilenen insan sayısı genellikle bir elin beş parmağını geçmez. Ancak en sıradan konuyu biri çıkıp öyle bir anlatır ki aynı kitabı tekrar tekrar okuyabiliriz. İşte Thomas Bernhard üslubu ile farklılaşıp kendini tekrar tekrar okutan değerli bir yazar. Okuduğum eserleri çoğunlukla baştan sona tek bir paragraftır ve bu durum tutkal vazifesi görür. Bununla birlikte sıradan bir konuyu işlerken derinliğinde bize hayata dair sorgulamalar yaptırmayı başarır ve hayata farklı açılardan bakma imkânı buluruz.
Otobiyografik beşlemesinden Soğuk'ta, Bernhard'ın on sekiz yaşındaki hâline tanık oluruz. Yazarın hayatının hayli zor bir safhasında akıl hocası olup onu müzik ve edebiyata meraklı, sanata dönük bir insan olarak yetiştiren büyükbabası yakın zamanda hayatını kaybetmiştir. Annesi ise bu kayıptan dolayı hâlihazırda sağlığını zorlayan rahim kanserinin son safhasına geçerek yataktan kalkamayacak bir hâle gelmiştir, öyle ki artık aile üyeleri daha fazla acı çekmemesi için onun bir an önce ölmesi için dua eder hâle gelmişlerdir. İşte bu anda ortaya bir de Bernhard'ın verem hastalığı çıkar ve sanatoryuma yatırılır. Tüm bu olayların dünyanın gördüğü en şiddetli savaş olup Avrupa'nın hem maddi hem de manevi açıdan harap düştüğü İkinci Dünya Savaşı'nın yeni sonlandığı 1945'te vuku bulduğunu göz önünde bulundurursak genç Bernhard'ın ne kadar zor bir dönemde olduğunu gözümüzün önüne daha iyi getirebiliriz.
Bir yanda hasta annesini ölüm döşeğinde bırakmanın yarattığı vicdan azabı, diğer yanda etrafında her gün ölen hasta insanlar varken Bernhard hayata tutunmak için bulabildiği ya da zihninde yaratabildiği her şeye sarılır ancak zaman zaman âdeta dibi görür, ironik bir şekilde bu duruma bile sarılarak yeniden ayağa kalkar. Savaştan çıkmış pek çok insanın da veremden muzdarip olduğunu görür ve tahribatın en büyüğünden yakayı sıyırmış bu insanların son anlarında kaderlerine ortak olmanın teslimiyetini duyar.
Bir gün koşullardan etkilenmeyerek hayallerine tutunan yanındaki bir hasta arkadaşının fikirlerine sarılır. Bir yandan da kendisi ya henüz anne karnındayken ya da daha yeni doğmuşken ailesini terk etmiş babasının kim olduğunu düşünerek hayata sarılmaya çalışır. Bu esnada hayatımızda sormak isteyip de bir şekilde soramadığımız soruların karanlığında yaşadığımızın farkına varmamızı sağlar. İleride hayatını yazarak kazanacak bir insan olacağından yazarlığa dair önemli noktalara ışık tutar. Örneğin; gerçek yazarın “utanmaz” yapıda olması gerektiği gibi. Bununla birlikte ancak yazarak var olabildiğini söyleyerek yazma eyleminin ne kadar önemli olduğunu vurgular. İronik bir şekilde ise yazmanın aslında var olan durumu, olayı bozduğunu, ona yeniden şekil verdiğini, hâliyle yazılardan asla gerçeklere varılamayacağı fikrini ortaya atar, bunu destekleyecek bir noktayı ise ona büyükbabası söylemiştir: Gerçeklere ulaştığımızı düşünürken hep yanılırız, aynı zamanda hata yaptığımızı sandığımızda da geriye sadece anlamsızlık kalır ve işte genç Bernhard için sarılacak bir nokta daha… İki sene boyunca kaldığı sanatoryumda Dostoyevski ile de tanışır ve onun Ecinniler'i ufkunu açar, bunun gibi daha nice büyük eseri okuma hevesi de onun için sarılacak bir nokta olur.
Sonuçta genç Bernhard ile birlikte, hayata tutunacak dalları bir bir bulup yaşama içgüdüsünün ne kadar kuvvetli olduğuna şahit oluruz. Bunlardan birisinden son olarak bahsedeyim; Bernhard bir yerde eğer intihar etmediyse bunun temel nedeninin çok meraklı ve korkak bir tabiata sahip oluşu olduğunu belirtir. Yarın ne olacağını merak eden bir insanın kendi hayatına son vermesi hâliyle zorlaşır. Bundan dolayı içimizdeki çocuğu canlı tutmak demek aslında yetişkin bize hayat vermek manasına gelir. Bununla birlikte kitabın henüz başlarında sanatoryuma yeni girdiğinde bir anda sahip olduğu bulaşıcı hastalığın kendisine ne kadar güç verdiğini düşünür ve bu esnada ister istemez güleriz ki mizahın da bizi hayatta tutan, daha doğru ifade ile hayatın zorluklarına karşı dirençli olmamızı sağlayan temel etkenlerden biri olduğunu fark ederiz. Mesela, her gün iş çıkışında akşamleyin Twitter'a giren ve gün içindeki türlü üzücü, şaşırtıcı, öfkelendirici haberlere şahit olan insanların bunlara karşı hemen mizaha sarıldıklarına şahit oluruz. Bunu hiç tanımadıkları başka insanlarla etkileşim kurarak icra etmeleri ise onlara birliktelik duygusu da vererek bu haberlere karşı direnç oluşturmalarını sağlar. Mizah güçtür ve asla küçümsenmemelidir. Bazen biz insanlar onu küçümseriz, hatta mizaha düşkün insanları ciddi olmamakla itham edip küçük görürüz ancak unutmayalım ki bizim bu muameleyi reva gördüğümüz mizahı diktatörler oldukça ciddiye alırlar ve onu tarih boyu susturmaya çalışmışlardır. Diktatörler halkın gülmemesini, her an kendisini diken üstünde hissetmesini isterler ve âdeta halkını sanatoryumda hapsedip yegâne şifa kaynağı olarak kendilerini gösterirler, halk da biçare hâlde onlara sarılarak hayatta kalmaya çalışır ama aslında celladına teslim olmaktadır sadece.