12. Sayı
Kitaplık
Uzun zamandır okuyacağım kitabı anlık hislerime göre seçip okuyorum ve bu sayede kitaplar birden aklıma düşerek, bir yerlerde karşıma çıkarak ya da kitaplıkta gözüme çarparak kendi zamanını belirlemiş oluyor. Kitaplarımın doğru zamanı benden daha iyi seçtiğine eminim artık. Tatar Çölü de kendi zamanını belirleyen kitaplardan. Bir kitabın, bir yazarın kendi zamanını belirlemesi ne demektir? Gününü ve saatini önceden asla bilemeyeceğimiz bir anda, gece yarısı hırsız nasıl gelirse öyle ansızın ruhun saklı odalarına sızmak için uygun anı beklemesi, bunun için fırsat kollaması demektir. Dino Buzzati, evimi, hayatımı ve sırlarımı işgal ettiğin için benden özür dilemene gerek yok. Şüphesiz, artık bana bakanlar gövdemi görürler. Lakin başka yerdeyim. Kafamda revolverdan yapılı bir soru işaretiyle ben Bastiani Kalesi’ndeyim.
“Elveda, senin gibi çok uzun zaman inatla umut eden ve sonra sana benzeyenler: Zaman elini sizden daha çabuk tuttu, sizinse artık her şeye yeniden başlama hakkınız yok.”
Şuna inanıyorum ki, kitapta bahsedilen Bastiani Kalesi hepimizin içinde. Hepimizin içinde aşamadığımız Bastiani saklı. Ruhun irinleri! Onları oradan söküp atmak mümkün değil mi? Quasimodo'nun kamburu gibi sırtımızda taşımıyoruz ya onu, niye söküp atalım? Ruhumuzun en derininde kendimizden bile saklıyoruz bu çıbanı. Üstelik her şeye yeniden başlama hakkımız da yok. Ama gelin biz her şeye yeniden başlayalım. Başlayalım elbette, ama önce Bastiani Kalesi'ni tanıyalım. Ruhumuzdakini değil tabii, Rilke'nin Tanrısı gibi kişisel bir mesele bu. Ben Giovanni Drogo'dan bahsediyorum. Onun içinde bulunduğu Bastiani Kalesi’nden.
Kale, kimsenin gelip geçmediği, öte tarafında ne olduğunun, kimlerin yaşadığının bilinmediği bir çölün sınırındadır. Oraya gelenler, alışkanlıkların, her gün tekrarlanan ritüellerin etkisiyle bilinçli ya da bilinçsiz kaleyi terk edemezler. Söz konusu alışkanlıklar ve gündelik döngüler ne kadar bunaltıcı olursa olsun kalenin içindekilere güvenlik hissi verdiğinden mi bilinmez, kale sakinleri hiçbir zaman aşamayacaklarını düşündükleri bilinmezlikle dolu toprakların kıyısında donmuşlardır. Tam da aşılmak için önlerinde duran geleceğin karşısında alışkanlıklarına sarılıp donmuşlardır. Ne kadar da tanıdık geliyor değil mi?
Ömrünü anlamlandıracak bir bekleyişe ihtiyacı var insanın. Tüm bu saçmalıklar, donukluklar pahasına ve sonunda gelen düşman da olsa. Dino Buzzati, Tatar Çölü romanında Drogo’yu Bastiani Kalesi’nin bekleyenleri arasına sokarak insanın anlam arayışına yeni bir örnek veriyordu edebiyat dünyasında. Kendisiyle aynı yıl doğan Samuel Beckett’in "Godot’yu Beklerken" oyunundan ne kadar etkilendiğini kim bilebilir. Oyun hakkında bilgi sahibi olanlar bilir, oyunun kahramanları Estragon ve Vladimir’in hayatlarını varlığından dahi emin olmadıkları Godot isminde bir kişiyi beklemekle geçirdikleridir. Her sahnenin sonunda birisi gelmekte ve Godot’nun gelişinin ertelendiğini duyurmaktadır. Geleceğinden şüphelenseler de artık vazgeçmezler beklemekten. Aynı cümleleri kurmaktan yorulmaz, şu diyaloğu yinelerler:
Estragon: Hadi gidelim!
Vladimir: Yapamayız.
Estragon: Neden?
Vladimir: Godot’yu bekliyoruz.
Estragon: Ah, evet.