Annemi Uğurlarken

Yazar

Umut Kaygısız

8. Sayı

Denemeler

Çok isterdim ağlamayı. Öyle insanların gözlerinin içine baka baka, hüngür hüngür. Kendime hakim olamayacak kadar kontrolümü kaybedip, sinir krizleri geçirebilseydim şayet, herkes acırdı bana, eminim. Dokunaklı yüz hatlarına sahip olmasam da, insanların merhametine ihtiyaç duyuyorum şu an. Üstelik tek bir gözyaşı tanesi bile dökmeden, bu lükse sahip olabilmeyi her şeyden çok isterdim, evet. Öyle köşeye çekilmiş, anlamsız bir ifade altında kalabalığı seyrederken, beni ayıplayarak bakan yabancı gözlerin yıpratıcı darbelerinden kaçamıyordum bir türlü. Kaçmak ne kelime, kımıldayamıyordum bile. “Olduğun yerde kal. Seni hain evlat. Soğuk, gudubet, nemrut yaratık. Gören de adam sanır. Onu hiç böyle tanımazdım. Yazıklar olsun! Puh kalıbına senin!” gibi bir sürü cümleyi rahatlıkla okuyabiliyordum insanların gözlerinden. Ve anneme üzülmek yerine, tüm bunlara dikkat ettiğim için, aslında üzülmeyi bile beceremeyen bir yaratık olduğuma kanaat getirmiştim. Vahim bir durum mu bu? Sanırım değil. Ama olması beklenen adam rolünü oynamadığım için hayli tuhaf hissettiriyordu. Üzülmediğimi varsayan insanlara karşı avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum aslında. Sonra delirdiğimi düşünmeyeceklerini ve bunu normal, hatta takdir edilecek bir tepki varsayacaklarını da çok iyi biliyordum. Ama içimdeki acıyla boğuşmak için evvela onunla yüzleşmem gerekiyordu. Ölümü inkar etmek yerine, onun karşısına çıkabilecek kadar cesaret gerekliydi bana, fazlası değil. En azından neye ihtiyacım olduğunu belirlemeye başarmıştım. O hengamede, o yapmacık üzüntülerin arasında sıkışıp kalmışken, katıksız gerçek olan tek şeyin bana ait olanı bulmak olduğunu anlıyordum artık. Kafamı yukarı kaldırdım ve o itici, beni yerden yere vurucu bakışlardan bir tanesiyle daha göz göze geldim. Söyleyebileceğim çok şey vardı. Hatta tam aksini yapmak istersem, susmak için de onlarca mantıklı neden bulabilirdim kendime. Yürüdüm.

Hiç bu kadar uzun gelmemişti evimizin koridoru bana. İçinde anıları biriktirdiğimiz dört duvarın da benimle birlikte yürüdüğüne yemin edebilirdim. Ben yavaşladım, o da yavaşladı sanki. Durduk küçük odanın kapısında. Çocukluğumun geçtiği odaydı. Sonradan yayıntılarımızı koymak için, ardiye gibi kullanmaya başlamıştık burasını. Ama içerisine hapsolan yıllarım, mutluluğumu hep taze tutardı o odadayken. Usulca kapısını araladım. İç odalarda bıraktım kalabalığı. Sağlığında, haftada en az bir gün burayı temizlerdi annem. Dağınık kalmasına hiç müsaade etmezdi, derhal toparlardı gelişigüzel odaya bırakılanları. Ondan başka kimse bilmezdi odanın düzenini. Tüm ev onun kontrolündeydi zaten. Her şeyin idaresini gönüllü olarak ona bırakırdık biz. Anne, başlı başına bir ev demekti. Yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesi dindirirdi acılarımızı. Yorgunsak şayet veya bir şeye üzülüyorsak o gün, bakışlarımızdan hemen anlardı derdimizi. Sorardı, söylerdik. Sonra o şeyin eskisi kadar acıtmadığını fark ederdik hemen. Sanki acılarımızı kendi yüreğine çekip alma gibi bir özelliği vardı annemin. Bu yalnızca sınırsız bir sevgi değildi. Bir yaşam biçimiydi onun için. Kendisi olmadan, ailesinin içinde var olan insanlardır anneler. Benim annem de onlardan biriydi.

Yüzümü masada duran radyoya çevirmiştim. Arka odalardan yükselip gelen birkaç feryat dikkatimi çektiyse de, onların acılarını seyredemeyecek kadar yukarıda olduğunu fark etmişti yüreğim. Sızladı. İnce ince sızladı. Oturdum hemen masanın kenarına. Radyoda takılı duran hafıza kartını kontrol ettim. Tabii ki Türk sanat müziği şarkıları vardı içinde. Başka müzik dinlemezdi ki annem. Çalıştırdım. İlk çalan parça bizim oldu. Sonra diğer parça. Beni hayal kırıklığına uğratmayacak tek insandı o. Bir yastık buldum kendime, sıkıca sarıldım. Müzik çalmaya devam etti. Uyumuşum. Arada kapı açılmış. İçeri girmiş birileri. Müziği kapatmış, üstümü örtmüş. Belki bir şeyler söylemiş, konuşmuş hakkımda. Ama bizim olanı bizde bırakmış. Anlattıkları hikaye her neyse, onlar inanmış sadece. Çünkü annem burada. Yanımda kalmış.