Eve geldi. Ceketini çıkarmadan hatta annesine selam bile vermeden odasına gitti. Kapıyı kapattı ve kilitledi. Kendini yatağının üzerine bıraktı. Sırtüstü yatıyor beyaz rengi hafiften solmuş tavanı izliyordu.
Hayatında ilk kez aşık oluyordu. Kalbi hala son sürat atıyor ve hala sanki dur durak bilmeksizin koşmuş gibi nefes nefeseydi. Kendini sakinleştirmeye çalıştı. “Önce doğrulup üzerimdekilerden kurtulmalıyım” diye düşündü. Sanki vücudunun içinde bir yerlerde yangın başlamıştı. Vücudu çok sıcaktı. Ama aynı zamanda üşüyordu. Hatta o kadar üşüyordu ki, titriyordu. Bu yangın öyle bi yangındı ki, yakıyor ama ateşe muhtaç bırakıyordu.
Küçücük bir kıvılcımla başlamıştı o yangın. Neydi o kıvılcım?
Düşünmeye başladı, neydi o kıvılcım. Onunla geçirdiği son birkaç saati tekrardan düşündü. Yaşadıklarının en başına, onu gördüğü ana gitti. Hayır o an başlamamıştı yangın. Göz göze geldikleri anı düşündü, o an da değildi. Peki ne zamandı?
Ayağa kalktı. Odasının içinde yürümeye başladı. Bir yandan ne zaman bu yangının başladığını düşünüyor ama asla cevabını bulamıyordu. Bir yangında yanıyor ama bu yangının ne zaman, nerede ve kim tarafından yakıldığından habersizdi. Odanın içinde bir sağa bir sola dolanıyordu. Neden başlamıştı bu yangın? Niçin vurulmuştu ona? Gözlerini düşündü, ellerini.. Konuştuklarını düşündü. Bir türlü bulamıyordu. Sevmenin nedeni olur muydu ki? Sorularına bir cevap bulamadı. Sonunda vazgeçti. Yangının sebebini bulmak neyi değiştirecekti ki, önemli olan yanıyor olmak değil miydi?
Üzerindeki kıyafetleri çıkarmak yetmiyordu. Bedeni kızgın korları aratmayacak kadar sıcaktı. Gözlerini ne zaman kapatsa elleri geliyordu aklına. Yüzü geliyordu, sesi, saçları... Çıldıracak gibi odasında dönüp duruyor ve bir şeyler yapmak istiyordu.
Dışarı çıkmak ve durmaksızın koşmak istiyordu. Ya da avazı çıktığı kadar bağırmak. Sokak sokak dolaşıp insanlara anlatmak istiyordu. Kapılarını çalıp dünyanın aslında güzel bir yer olduğunu onlara hatırlatmak istiyordu. Yaşamak için bir nedenin var olduğunu bilmeliydiler. Kendini dünyanın en değerli ve en güçlü insanı gibi hissediyordu. İsterse şu dağları, kocaman binaları bile yıkardı, öyle seviyordu...
Ama bir yandan ne dışarı çıkacak gücü kendinde buluyor ne de sesi çıkıyordu. İçinde yanan ateş ona varlığı ve yokluğu aynı anda yaşatıyordu. Yatağına oturdu tekrar yüzünü ellerinin arasına alıp düşünmeye başladı. Neden kalbi böyle hızla atıyor, neden kendini hem böyle mutlu hem üzgün hissediyordu? Bu duygular onu korkutuyordu. Kalktı ve masasının başına geçti. Beyaz ve boş bir sayfa açtı önüne, içinden geçenleri yazacaktı. Kalemi eline aldı ve düşünmeye başladı. Düşündü, düşündü, düşündü… Kelimeler sanki yetmiyor gibiydi hislerinin izahına. O an dünyanın bütün dillerini biliyor olmayı istedi, böylelikle içinden geçenlerin anlatabilecek doğru kelimeleri belki bulurdu. Sonunda vazgeçip kalemi kenara bıraktı.
Belki birisiyle konuşmak iyi gelir diye düşündü. Arkadaşlarını, dostlarını aklına getirdi tek tek. Ama hisleri ona o kadar özel ve ayrıcalıklı hissettiyordu ki, bunları birine anlatırsa kaybolacakmış gibi korkuyla doldu içi. Vazgeçti. İçindeki ateş kalbini, hatta aklını bile ele geçirmişti. Ne yapacağını bilmiyor, bununla başedememekten korkuyordu.
Yatağına uzandı ve tavanı izlemeye devam etti.
Odasının içinde dört dönen, duvarlara sığmayan bir genç, sevdaya tutulmuştu.
“Bir kere sevdaya tutulmaya gör
Ateşlerde yandığının resmidir”