Pirinç Hanı

Yazar

Buğra Akbağ

24. Sayı

Öyküler

Avlunun taşlarına güneş vurmuştu. Kuyruksuz tekir, hanın giriş kapısının dibinde uyukluyordu. Sinekler avludaki masaların üzerinde cirit atıyor; kirli masalara dökülmüş yemek artıklarıyla kendilerine ziyafet çekiyorlardı. At pazarında antikacılık yapan emekli matematik öğretmeni Nejat Bey karnını doyurmak bahanesiyle handa dükkânı olan gençlik aşkı Nuran’ı görmek için her öğlen soluğu handa alırdı. Nuran dükkânın önüne koyduğu taburesine oturmuş, ona karşı olan ilgisini her fırsatta belli eden handaki sahafın sahibi, seneler önce bir gözünü tatbikat sırasında şarapnel çarpması nedeniyle kaybettiğinden malulen emekliye ayrılan Yarbay Musa Bey’le sohbet ediyordu. Yine her zamanki gibi alımlıydı. Kızıl saçlarını topuz yapmış, ışıltısını bir gün olsun yitirmeyen yeşil gözleriyle Musa’yı izliyordu. Kendisini bir gün olsun fark etmeyen o yeşil gözlerin, o yarı âmâ, boşboğaz Musa’nın tütün çiğnemekten sararmış dişlerini, kırlaşmış kirli sakalını, bakımsız yağlı saçlarını, nasırlı ellerini her gün ilgiyle izlemesi midesini bulandırdı Nejat’ın. Dişlerini sıktı, şakaklarında soluk mavi bir damar belirdi. Elini öfkeyle sanki küfretmesine engel olmak ister gibi gayriihtiyari çenesine götürdü. Yine sakalını yarım yamalak tıraş ettiğini fark etti. Gözleri eskisi kadar iyi görmüyordu. Geçenlerde eski bir ahşap kapıyı elden geçirirken az kalsın parmağından oluyordu. Çırağı bir doktora görünmesi için ısrar etse de Nejat ayak diriyordu.

Evde kaldığı için mahallenin diline düşmekten ölesiye korkan, geceleri ağlamaktan her sabah gözleri daima şiş biçimde hanın yolunu tutan handaki büfenin sahibinin kızı Zeliha, ne etinden yapıldığı belli olmayan, kötü kokusu tüm hana yayılan ve yağ içinde yüzen sucukları yanında bir bütün ekmekle Nejat’ın masasına bıraktı.

Nejat gastritini azdıran bu sucuklara iğrenerek baktı. Onu her gördüğünde birkaçı eksik sararmış dişleriyle samimiyetsizce gevrek gevrek gülerek selam veren Musa’yla göz göze geldiği için iştahı kaçmıştı. Sucuğun yağına bandırdığı ekmeği bacaklarının arasında dolanan sarmana uzattı. Sarman bir iki koklasa da beğenmeyerek Nejat’ın yanından uzaklaştı. Açlıktan kemikleri belli olan sarmanın bile yemeye yanaşmaması Nejat’ı iyiden iyiye soğutmuştu yemekten. Zeliha’yı çağırıp sucukları kaldırmasını, ona çay getirmesini istedi. Sucukların beğenilmemesini şahsi bir mesele gibi hisseden Zeliha yüzü beş karış, inatçı bir kökü topraktan söker gibi aldı sahanı masadan. Nejat kendisine tepki olarak yapılan bu hareketin farkına varmadı. Zeliha zift gibi demli çayı masaya sertçe koydu. Nejat’ın gözleri çay tabağında ıslanan şekerlere takıldı. Nejat’ın dalgınlığını Nuran’ın handa yankılanan kahkahaları bozdu. Bu kez de Nejat, Nuran’ın kahkahalarını şahsi bir mesele gibi algıladı. Sanki herkes onunla dalga geçmek için bir tiyatro düzenliyordu: Pislik içindeki masa, Zeliha’nın yağ içinde yüzen sucukları, Musa’nın pis pis gülümsemesi, Nuran’ın kahkahaları, hatta sarmanın yemeğe burun kıvırması… Her şey kendine karşı düzenlenmiş bir tertip gibi geldi. Nuran, söylediklerini onaylamak anlamına gelecek bir biçimde gayriihtiyari Musa’nın eline dokundu. Bu anlık temas Nejat’ın başını döndürdü. Alnından göğsüne doğru inen bir sıcaklık hissetti. 35 yıllık memuriyetinden kalma alışkanlığı olarak iliklediği gömleğinin en üst düğmesi onu boğar gibi oldu. Bilmem kaçıncı kez Nuran’ı sevdiği için pişmanlık hissetti. Nuran’a, Musa’ya, bu yaşına rağmen hâlâ gönlünün sesini dinlediği için kendine ağız dolusu sövdü. Öfkeyle ayağa kalktı. Her seferinde tövbe etse de ertesi gün yine geleceğini bildiği handan sendeleyerek dışarı çıktı.