İstanbul’un Taş Sokakları

Yazar

Sevinç B. Sağar

2. Sayı

Öyküler

Yürüyordu taş sokaklarında İstanbul’un. Hava yeni yeni aydınlanıyordu. Esnaf olabildiğince heyecanlı ve hareketli idi bu sabah. Dükkanının önünü yıkayanlar, sokağın karşısındaki komşusuna selam verenler, hayırlı işler dileyenler...

Yürüyordu taş sokaklarında İstanbul’un. Önceden de geçmişti buradan. Sinirliydi, asfalyaları atmıştı* iyice. Muallimesi onu bütün sınıfın önünde azarlamıştı. Sevmeyecekti artık onu, görmeyecekti annesi gibi. Hayran olmayacaktı ona. Çalışmayacaktı sınavlarına heyecanla işte!

Yürüyordu taş sokaklarında İstanbul’un. Önceden de geçmişti buradan. Heyecanlıydı. Tüm dünya onun içindi sanki! Tüm dünya ona’ydı, her şeyi yapacak gücü vardı ve buna inancı tamdı. Bıyıkları yeni terlemişti henüz. Bir de düşmüştü ki bir sevdaya, sormayın gitsin. Seviyordu. Çok seviyordu. Her şeyi, herkesi seviyordu. Uçan kuşlara baktı, onları da sevdi. Köşedeki muhallebiciye baktı, onu da sevdi. Bohçacı teyze geçti yanından, onu da sevdi. Küçük bir çocuk, bağıra çağıra gazete satıyordu, onu da sevdi, gazeteyi de! Yaşayacaktı! Hayat buydu! Bir şeyler oluyordu… Ne de güzeldi yaşamak öyle...

Yürüyordu taş sokaklarında İstanbul’un. Önceden de geçmişti buradan. Lakin eskisi gibi değildi artık adımları. İki adımda bir durup soluklanması gerekiyordu. Oturdu bir dükkanın önündeki taburenin üstüne. Çırak koştu su getirdi bu yaşlı adamcağıza. “Dayı...” diyordu, “Dayı ne oldu iyi misin?” Düşündü. Ne olmuştu sahi? Ne olmuştu? Hayaller kurmuştu. Nefes almıştı, aşık olmuştu, çalışmıştı, kazanmıştı, kaybetmişti, gülmüştü, ağlamıştı... En çok ne olmuştu? Ne geliyordu aklına? Şu kuşlar da bir sussaydı! Hele şu insanlara da bak! Etrafına niye toplanmışlardı böyle? Sessiz olsalardı ya! Düşünüyordu, ne olmuştu sahi? Dünya benim sanmıştı, haksız da sayılmazdı hani... Dünya onundu bir zamanlar. Ne olmuştu peki? Bir bebek, gülüyordu ona. Neredeydi şimdi? Bir zamanlar baba diyordu, şimdi neredeydi? Ne olmuştu? Hah, doğruydu ya! Anarşik olmuştu oğlu. Neydi sanki, anarşik olmak? Yaşayıp gidiyordu, kitap neyin okuyordu, ne istemişlerdi gencecik oğlundan? Unutmuştu adam. Neyseydi. Ayağa kalkmayı denedi.

Yürüyorlardı taş sokaklarında İstanbul’un. Esnaf her zamanki gibi, hareketli, canlı... “Komşumdan al, o siftah yapmadı” diyordu biri. Bir diğeri de kaçakları günlük 10 akçeye çalıştırmaktaydı. İnsanların kanı o zamandan bozulmuştu! Sinirlendi adam, okkalı bir tokat savurmak istedi bu esnaf bozuntusunun yüzüne! Böyle tacir olmaz olsundu! Öğretmemişler miydi ona ki; bu yanlıştı? Kendisine öğretmişti öğretmeni, bu yanlıştı, yapılmazdı. Özledi öğretmenini, yedi yaşındaki halini... Gidip ellerini öpmek, sarılmak istedi, ama kalkamıyordu. Hayret!

Durdular İstanbul’un taş sokaklarının hemen yanındaki toprak zeminin üstünde. Yine, gelmiştik bu sona işte. Adam baktı, ne olmuştu? Kolayca kaldırdılar yattığı yerden onu, halbuki ne çok uğraşmıştı kalkmaya günlerdir... Kaldırdıkları gibi de yere bırakıverdiler! İnsanoğlu işte, diye düşündü adam, çocuk, ihtiyar, bu ruh! Güvenmeye gelmiyor bunlara, koyuyorlar mezara seni, ruhun bile duymadan! Aa, hadi canım! Ne olmuştu sahi? Ölmüş müydü?

Kendisinin de başına gelir miydi bu? Garipsedi. Aşıktı oysa. Muhallebiciyi ve bohçacı teyzeyi seviyordu hala! Dünya onundu. Aşıktı. Yaşıyordu! Bir aralık yine ölmüştü gerçi de, böyle de toprak yutmamıştı ki canım! Ama bak, diye konuştu kendiyle; o zaman da yutmuştun bir şey. Yutkunmuştu ama ne yuttuğunu hatırlayamıyordu. Acı mıydı yuttuğu? Ayrılık mıydı? Neydi, veda mı yutmuştu? Ay! İlahi! Doğru ya, ölümdü yuttuğu. Anımsamıştı şimdi. Dünya onun sanıyordu, sonra dünyayı toprağa gömdü. Yine bir hüzün kapladı içini. Bu konu oldum olası üzerdi onu. Kim aşktan bahsetse, o günden sonra homurdanıp durdu bu yüzden. Eş dost, kahve arkadaşları, okeye dördüncüler; hep yaşlılığına verdi.

İşte yine, geçiyordu taş sokaklarından İstanbul’un. Ne kalabalıkmış bu şehir; Yürüyeni ayrı, uçanı ayrı! İnsanlar yine koşuşturuyor, dükkan açıp kapatıyor, aşık oluyor, çalışıyor, kazanıyor, kaybediyor, doğuyor, ölüyordu. İstanbul ise yine İstanbul’du. Yaşayanlarıyla, ölenleriyle, ölüleriyle... Kimse bilmezdi, bu şehrin üstünde, yeryüzündeki kadar çok insan vardı. İnsanlar mıydı? Ondan emin olamadı adam. Birbirlerinin içinden geçer de, çarpmazlardı asla. Birbirlerini görür, tepki vermezlerdi. Eskiden kanlı bıçaklı olanlar, birbirlerini öldürenler, birbirlerini sevenler... Hepsi, herkes, sadece dolaşır dururdu, İstanbul’un taş sokaklarının üstünde. (Bir aralık yanından gazeteci çocuk bile geçti, tanımadı adam. Büyümüştü çocuk, büyükken ölmüştü. Helal olsundu ona, yaşayabilmişti demek az da olsa.) Yaşayanların içlerinden geçerlerdi de, ürperirdi insanlar. Adam bunu görüp gülerdi, onun da içinden geçip giderlerdi donuk bakışlarıyla. Ta yüzyıllar öncesinin kıyafetleriyle dolaşan ruhlar olurdu. Bazılarına yanaşıp sorardı adam; “Sizin zamanınızda da bohçacı teyzeler var mıydı? Bizde vardı, çok severdim neden bilmem... Sonraları onların yerine alışveriş merkezleri yapacaklarmış diye duydum?” Bir iki saniye durur, sonra kendi yollarına giderlerdi. Ayıptır ayıp, diye bağırırdı adam arkalarından! Dönüp de bakmazdı hiçbiri.

...

Dolaşıyordu taş sokaklarında İstanbul’un. Daha önce de geçmişti buradan. Her şey aynıydı, sadece biraz kalabalıklaşmıştı son yıllarda. Herkes ölüp duruyordu. Bu neydi canım? Ne olmuştu? Bunlar henüz gençlerdi, çocuklardı, bebeklerdi. Onlar yaşasındı. Hem yer kalmıyordu ona gökyüzünde, içinden geçen geçene... Kendi vakti zamanında ölmüştü, kimsenin sırasını almadan. Peki... Bu kalabalık niyeydi?

...

Dolaşıyordu taş sokaklarında İstanbul’un. Daha önce de geçmişti buradan. Bu da böyle bir evren idi işte, ne yapsındı?

...

Dolaşıyordu taş sokaklarında İstanbul’un.
Biliyordu, yine geçecekti buradan.