13. Sayı
Öyküler
Biraz sonra anlatılacaklardan yaklaşık iki ay önce, boğucu bir yaz gününde biraz olsun ferahlamaya ve içindeki yapışkan bunalımdan kurtulmaya çalışan Fikriye pencere kenarına bir kuş misali ilişmiş, insan kaynayan sokağı izliyordu. Diğer yandan da sanki ona nispet yapar gibi uçan, kaygısızca havada süzülen kuşların özgürlüğünü düşünüp iç çekiyor, bir nevi onları kıskanıyordu. Ne olurdu ki o da uçabilseydi? Bu dünyaya bir kuş olarak gelip havaya karışsa, kanatlarının arasından sinsice esip giden rüzgâra dokunsa ve tıpkı kendisinin de yaptığı gibi insanların ona hasetle bakmasını gururla izlese, fena mı olurdu? "Kuş olsaydım hiç değilse aşkı da tadardım, özgürlüğü de! Cama çarpmaya, hatta çarptığım gibi ölmeye bile razıyım ama olmuyor işte." dedi hâlâ dışarıyı seyrederken. Oysaki günler geçtikçe bir kuştan daha hafif ve havadar olacağından haberi bile yoktu.
Fikriye on üç yaşında körpecik bir kızdı. Genç olmasına rağmen hiç de yaşıtlarındaki kıpır kıpırlığı, içinde yanan bir heyecanı ya da gençlere has o şımarıklığı, kaygısızlığı yoktu. Oldukça bunalımlı, soluk benizli yüzünden -ki bu solukluk içinde bulunduğu durumdan dolayı gelse gerek- hiç eksik olmayan bulaşıcı bir hüzün ile diğer gençlerden; özellikle de kıpır kıpır, nazlı genç kızlardan, epeyce farklıydı. İri mavi gözlerinde bir fer yoktu ve bu durum da onun gözlerinin bir ressamın paletindeki kurumuş soluk bir boyaya benzemesine sebep oluyordu. Bu mavi gözlerle uyumlu olan gölgeli sarı saçları da ne yazık ki bir ışığa ya da bir canlılığa sahip değildi. Aslında çok güzel bir kızdı, oyuncak bebeklere benziyordu; tıpkı şu porselenden yapılma, gerçek insanlara benzeyen, al yanaklı ve uzun kirpikli, ipek gibi saçları, şekilli minnacık burnu ve neredeyse bir kalbi andıran şekilli dudakları olan bebekler gibi. Fakat bu güzelliğe gölge düşüren, karartan ve onu bir hiçe benzeten bir hüznü vardı. Dar kafalı ailesinin onu kısıtlamasından dolayı ilkel bir şekilde büyümüş, yaşamında daha bu erken yaşta bir monotonluk ve sıradanlık yakalamıştı. Ne bir dışarı çıkıyor, geziniyor ne de okul dışında başka bir yere, kursa ya da herhangi farklı aktivitelerin yapıldığı yaratıcı veya eğlenceli bir yere gidiyordu. Sadece okula gidiyor, annesiyle birlikte bir pazar veya çarşı geziyor ya da kendisinden dört yaş büyük olan ablası Nazire ile arada bir dışarı çıkıyordu -nedense ailesi bir Fikriye'ye karşı böyle dar kafalıydı, Nazire’ye ise karışan eden yoktu- ve bu zamanlarda da genellikle o bir kenarda fazlalık gibi tek başına otururken ablası arkadaşlarıyla eğleniyor oluyordu. Hatta bazen ablasının genç oğlanlara naz yapmasını bile izliyor, onun nasıl bu kadar hareketli ve rahat olduğunu merak edip kafa yoruyordu.
Fakat Fikriye çok değil bundan birkaç hafta -galiba altı hafta önceydi- önce bu monotonluğu çok az da olsa değiştirebilmişti. Tanıştığı bir oğlan -bu oğlan onların da oturduğu mahallede oturuyordu ve abisi ile birlikte sürekli olarak ablası Nazire’nin yanına gelirlerdi- onu biraz olsun açmış, bu monoton hayatında ona yavaştan arkadaşlık etmeye başlamıştı. Kısa bir sürede de iyice yakınlaşmışlardı. Tabii Fikriye’nin hiç arkadaşı yok değildi fakat onlarla çok konuşmaz, konuşsa da onların kıkırdamalarını katbekat artıracak erkek muhabbetlerini hiç mi hiç anlamazdı. Haliyle çekingen olduğu için de erkek arkadaşı yoktu. Ama işte şimdi onu anlayabilecek ve ona insan gibi davranabilecek birini, Yusuf’u, bulmuştu. Evet, Yusuf’tu bu oğlanın adı.
Abisinden daha yakışıklıydı ve daha girişkendi. Her türlü insanla iletişim kurabiliyordu. Zaten o kuramasa bile insanın onunla konuşası, ona yakın olası geliyordu. Uzun kirpikli gözleri bir sanat eseri misali, karşısındakini hayran hayran baktıracak derecede güzeldi ve ne zaman güneşe baksalar, koyu ve sıradan olmalarına rağmen, bir mücevher gibi parlayıp sütlü çikolata rengine dönüşürlerdi (Üstelik bu gözler gölgede kaldıklarında bile parlarlardı ki bu da onun içindeki yaşama sevincinden kaynaklanıyordu.). Esmer teninde hoş bir matlık vardı. Gözleri gibi sıradan olan saçları ise dalgalı ve uzundu. İşte böyleydi Yusuf. Bir de tüm bunların yanı sıra onu özel kılan bir şey vardı ki o da nasıl konuşacağını bilmesi; yeni yeni çatlayan sesini iyi bir şekilde kullanabilmesiydi.
Fikriye ne zaman ablasının arkadaşlarıyla buluşmasında ona eşlik etse her zamanki köşesine oturur ve Yusuf’un gelmesini beklerdi. O gelince Fikriye’nin daha yeni yeni kadınlaşan tahta göğsünden fırlayacakmış gibi atan kalbi, onun yerine konuşur ve bu uyuşuk bedene bir hareketlenme, canlılık getirirdi. Hatta yine böyle bir günde, Yusuf ile buluşacakken neredeyse heyecandan bayılacaktı. O güne -onu bir kuştan daha hafif ve havadar kılacak gün bu gündü- özel, sevdiği bir elbisesini -neden hazırlanmıştı o da bilmiyordu- giymişti ki o elbiseyi çok nadiren giyerdi; kıymetliydi. Küçük, biçimsiz tırnaklarına da pembe ojelerini sürmüştü. Alışılmışın dışında olarak akşama doğru çıkmıştı ablasıyla evden. Ve doğrusunu söylemek gerekirse bunun için de epey heyecanlıydı, sonuçta ilk defa akşam dışarı çıkıyordu. Neredeyse beyaza çalan sarı elbisesiyle Nazire’nin biraz gerisinde yürüyordu. Bunu hem onu gözlemleyip örnek almak için hem de Nazire onu çok yakınında istemediği için yapıyordu. Çünkü Nazire ne zaman Fikriye ile çok yakın olsa -tek başına dışarı çıkıp eğlenemediği için olsa gerek ki bu, tüm abla ve abilerin canını sıkar çünkü böyle anlarda küçük kardeş tam bir ayak bağı olur- durur, “Yapışmasana dibime, kocaman kız oldun! Biraz uzağımdan yürü.” derdi. Ya da sebepsiz yere, sanki bir sorumluluğu yükleniyormuş gibi, “Bir şeyleri kendin yapmayı öğren, yeter artık! Bak senin yaşıtlarına, bak Yusuf’a! Onlar hiç yapışıp duruyorlar mı, kendi başlarının çaresine bakıyorlar! Biraz arkadaş edin.” diye söylenir ve ardından da ailesine kızmaya başlardı.
Fikriye bir yandan geriden yürümeyi sürdürürken diğer yandan da nefesini kontrol etmeye çalışıyordu. Bu, akşam buluşma olayı onu germiş, uyuşuk bedeninde yorucu bir hal başlatmıştı. Öyle ki Nazire’nin giydiği narçiçeği elbisenin üstündeki beyaz çiçek işlemeleri bile ona karmakarışık görünüyor ve onu daha da uyuşuk bir hale sürüklüyordu. Aslında dikkatini ablasına verebilseydi, onun bu akşam ne kadar da güzel olduğunu görebilirdi. Üstündeki elbise hafifçe dolanan rüzgârda ne kadar da güzel süzülüyor, ona ne kadar da farklı bir hava katıyordu. Fikriye’ye nazaran daha koyu olan saçları dalga dalga omuzlarından aşağı dökülüyordu. Uzun suratında hafifçe yaptığı bir makyaj vardı ki evdekiler bundan bihaberdi. Bir de ayağına geçirdiği süslü sandaletlerin üstüne, ince ayak bileklerine, halhal takıvermişti. Evden çıkarken birkaç laf işitse de buna değmişti (Sonuçta bu akşam kendisine ilanıaşk edilecekti ve bunu yapacak kişi de Yusuf’un abisi Ahmet’ti; tabii Nazire onun için veya ondan hoşlandığı için hazırlanmamıştı, sadece eğlenmek istiyordu.).
Nihayetinde Nazire’nin arkadaşlarıyla buluştuklarında Fikriye, Yusuf’un yanında çekingen bir şekilde yerini almıştı. Nazire ve diğerleri ise -Yusuf’un abisi Ahmet de onlarlaydı- bir grup olmuş, diğer çocukları, Fikriye ve Yusuf’u arkalarında bırakarak kendi hallerinde, önden yürüyorlardı. Önce şöyle bir dolaştılar, etrafı gezdiler. Bazı yerlerden iki defa geçtiler. Sonra da sürekli olarak gittikleri -aslında top veya herhangi bir oyun oynamadıklarında veya başka şeyler yapmadıklarında giderlerdi oraya- bir parka gittiler. Küçükler orada epeyce bir oynadı. Büyükler de çekirdek çitleyip, cips yiyip bir şeylerden konuştular; dedikodu yapıp dalga geçtiler ve gülüştüler. Sonra, nasıl oldu bilinmez, konu aşk meşke geldi; sevgili konuşuldu, aşk soruldu. Sevgi üstünde tartışılırken yavaştan itiraflar da ortaya çıktı. Kim kimle çıkmış, kim kimle el ele tutuşmuş, kim kime yumuşak bir buse kondurmuş ve yanaklarını kızartmış... Hepsi kopmuş narin bir inci kolye misali ortaya döküldü.
Bir müddet bu konulardan konuşuldu. Bazıları uzun uzun bir şeyler anlattı, bazıları da sırasının gelmesini bekledi. Ama konu bir türlü kapanmadı, uzayıp gitti. Hatta o kadar uzadı ki salıncakta sallanıp kaydırakta kayan çocuklar bile artık oynamayı bırakıp bu konuyu konuşur olmuşlardı (Bu çocuklardan bazıları Fikriye ile aynı yaştaydılar ya da birkaç yaş küçüktüler ama işte yine de -aşkın ya da dolu dolu yaşamanın yaşı olmaz diye düşünüyorlardı herhalde- konuşacak bir şeyleri vardı; bir şeyler yaşamışlardı veya hayalini kurmuşlardı; ya da şimdi hayal etmeye başlamışlardı.). Kalabalık parkın içindeki bu manzara git gide renklenirken Fikriye ve Yusuf da tahterevallide bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Konuşmadan sadece birbirlerine bakıyorlar; sanki bindikleri tahterevalli çeşitli ışıkların olduğu geniş bir lunaparktaki atlıkarıncaymış da etrafta onlardan başka kimsecikler yokmuş gibi sadece birbirlerini görüyorlardı. Yanlarından geçen erkekli kızlı gruplar -bunlar genellikle onlarla beraber buraya gelen kişilerdendi- kendi aralarında aşktan ve sevgili olmaktan hem masum hem de bir o kadar âşık olmanın verdiği olgunluk, sarhoşluk ve edepsizlikle bahsederken onları duyuyorlardı; öyle anlarda da Fikriye gözlerini kaçırıyor, kızarıyor ve tahterevallinin tutma yerine ya çok sıkı tutunuyor ya da bir elini ölü misali aşağı sarkıtıyor veya bebek saçlarını düzeltiyordu. Üstelik Yusuf’un hiç bozulmadan durması, tıpkı bir heykel misali asla esmer yüzüne bir kızarıklık gelmemesi, tepkisiz bir şekilde Fikriye’nin gözlerine bakmayı sürdürmesi onu daha fazla bunaltıyor; heyecanlandırıp ürkmesine sebep oluyordu. İlk defa böyle şeyler yaşamak ona çok abartılı, yeni ve zor geliyordu. Sanki mahalle teyzelerinin veya akrabaların “kız kurusu” dediği, otuz yaşına gelmiş ve nihayetinde evlenecek birini bulmuş; bunu da büyük bir başarı olarak görmüş -çünkü evlenmek kızların tek başarısıymış gibi bir görüş vardır- kadınlardan biri gibi hissediyor ve bu da doğal olarak -öyle bir durum içinde olan bir kadının hissedeceği gibi- onda büyük bir sevinç, coşku, rahatlama, gurur ve heyecan uyandırıyordu.
Derken Yusuf da herkesin hararetli hararetli konuştuğu bu konuyu birden açıverdi. Durgun bir ses tonuyla, “Senin hiç sevgilin oldu mu?” diye sordu Fikriye’ye. “Yok, olmadı.” dedi Fikriye. Sanki bu konuşma iki yetişkin arasında geçiyordu, sanki bir anda büyümüştü ikisi de ve sanki görücü usulü evleniyorlar da birbirlerini tanımak için kalplerini ortaya döküyorlardı. O anda bir sessizlik oldu. Fikriye kendisine sorulan sorunun aynısını karşısındakine ne kadar çok sormak istese de yapamadı. Dilsiz biri gibi sustu kaldı.
Ama Yusuf buna aldırmadan sanki zaten konuşmasını bitirmemiş, soracağı sorunun devamı varmış da sadece nefes almak için ya da karşısındakini etkilemek için duraklamış biri gibi yeni bir soru sormaya hazırlandı. Bunun için tahterevalliden indi ve Fikriye’ye doğru yürüdü. Fikriye de hemen tahterevalliden indi ve kendisine doğru gelen Yusuf’u görmezden gelerek salıncakların olduğu yöne doğru ilerledi. Aslında salıncağa binmek istemiyordu bile, sadece bir kaçış yolu arıyordu (Çünkü o kadar heyecanlanmış, şu hafif serin esinti bile ona o kadar bunaltıcı ve sıcak gelmişti ki kaçmadan edemiyordu; romantizm -belki bu kelime on üç yaş için biraz büyük, abartılı ve komikti fakat tam da şu anda olan şey hiç şüphesiz ki romantizmin ta kendisiydi- onu altüst etmişti.). Yusuf da onu takip etti. Arkasından gelirken sormak istediğini sormuştu fakat Fikriye o kadar kendinden geçmişti ki onu duymamıştı bile. Bu yüzden salıncağın yanına geldiklerinde, “Söylesene...” dedi ve ses tonundaki aynı sakinlikle bekledi. “Neyi?”, “Dedim ya, hiç öpüldün mü?” Fikriye şaşırdı kaldı. Nefesini tuttu -neden tutuyordu o da bilmiyordu- ve tüm eylemlerini bıraktı. Öyle bir boş verdi ki her şeyi, belki ölebilirdi o an; kendisinden her zaman daha da atılgan olan, gürültülü kalbini ve onun bir bateristin davulu misali ritim tutan atışlarını durdurabilirdi ya da bir anda içine çekip bırakamadığı nefeste boğulabilirdi; zaten zar zor ayakta duran çuval bedenini salıp bayılabilirdi o salıncağın dibinde. Fakat yapmadı, kâbustan uyanırcasına canlandı ve sıçradı. Sanki can bedenden çıkmış da geri gelmiş gibi oldu. “Yok.” dedi Fikriye, “Öpmedi kimse beni.” Ardından da salıncağa binmeden, sadece önünde durarak, onu ittirmeye başladı. Sanki böyle yaparsa, boş bir salıncağı amaçsızca sallarsa, dikkatinin tamamen dağılacağını sanıyordu. Yusuf da diğer bir ucundan tutup ona eşlik etmeye başladı. Sonra, yeniden ve aniden, “Peki sen birini öptün mü?” diye sordu. Fikriye yine “Yok.” dedi. “Öpüşmedin yani?” dedi Yusuf (Bir delikanlı gibiydi; öyle konuşuyor, davranıyordu ve kimse, “Ne yapıyorsun, nasıl konuşuyorsun?” diyemiyordu çünkü kendine hayran bırakıyordu.). Fikriye kızardı, boşta olan eliyle oynadı, pembe ojelerini kazımaya çalıştı. Yine “Yok.” dedi. Artık iyice bunaldığı için salıncağı bıraktı, ağaçların olduğu yerdeki büyük bir ağacın yanına -bu park bayağı yeşillikliydi ve büyük ağaç da gerçekten büyüktü- gitti. Ama Yusuf da arkasından geldi. Fikriye daha da heyecanlandı; heyecanlandıkça hayal ettiği, istediği şeylerden daha da çok utandı. Evet, belki de çok istiyordu bu ana kapılıp gitmek, çocukluk etmek ve sıcak bir buseyi hafif, sarı şeftali tüylerinin kapladığı dolgun yanaklarında hissetmek. Fakat bir o kadar korkuyor, ayıp bir şey yapmaktan çekiniyor, günaha girmek istemiyor, birileri tarafından -özellikle de büyükler tarafından- ayıplanıp yargılanmak istemiyordu. Ağacın dibinde durdu, bu esnada yukarıdaki ay da -galiba dolunaydı- tüm gümüş renkli ışığını onun ve Yusuf’un üzerine döküyordu. Yusuf, Fikriye’ye biraz daha yaklaştı. Şimdi bu iki küçük beden lacivert gecenin parlak ayının altında birer inci gibi parlıyor; bir tanesi beyaz teniyle daha çok parıldarken diğeri de esmer teniyle beraber soluk fakat göz alıcı bir parlaklığı harmanlayıp tablolara çizilen güzel çingeneleri andırıyordu.
Öylece dururlarken Yusuf tekrardan soru sordu:
— Biri seni öpse bu ilk öpücüğün olur yani öyle mi?
— Evet.
— Peki, ister miydin?
— Ne diyorsun Yusuf, ayıp, günah!
— Nesi ayıpmış?
Fikriye ne diyeceğini bilemedi. Cevap düşünürken bir yandan da kaçamak bakışlarla Yusuf’u süzdü. Arada sırada da altında durdukları ağaca, ağacın dallarının arasından gökyüzüne ve oradaki yıldızlara bakıyordu. “Sanki bugün daha bir fazla, daha bir parlaklar.” diye düşündü. “Hatta büyümüş gibiler de. Ay da ne kadar güzel!” dedi içinden. Ama hâlâ Yusuf’a verecek bir cevabı ya da söyleyecek herhangi bir şeyi yoktu. Derken bu sessizliği Yusuf bozdu. “Buse günah değildir yıldızların altında.” dedi ve gökyüzüne kısa bir bakış atıp tekrardan Fikriye’ye baktı. Hem de öyle bir baktı ki, derin derin; sanki konuşmadan da bir şeyleri söylüyormuş gibi.
Fikriye, Yusuf’un söylediği şey karşısında -artık gecenin güzelliğinden midir yoksa Yusuf’un çekiciliğinden midir, bilinmez- bir afalladı. Nerede duymuştu bunu? Bir şarkı değil miydi bu? Hatta eski de bir şarkıydı; güzel ve eski. Fikriye bir müddet böyle sessiz kalıp kendince düşündükten sonra, “Ne?” dedi. Bunu bile, bu basit “ne”yi bile, zorlukla çıkarabilmişti ağzından.
“Hani şarkı var ya böyle, biliyor musun?” dedi Yusuf ve ardından da karşısındakinin cevabını beklemeden şarkıyı mırıldanmaya başladı. Öyle iyi biliyordu ki şarkının sözlerini, onu biri duysa bu şarkıyı onun söylediğine inanmazdı. Fikriye de bir anlığına inanmadı. Şarkı başka bir yerden geliyor ya da bir delikanlı sevgilisine serenat yapıyor zannetti. Fakat sonra, Yusuf susunca gerçekten de şarkı bir yerlerden kulağına çalınmaya devam etti. Sanki biri bir radyodan ya da bir müzik çalardan açmıştı da inadına çalıyordu. Ama öyle yüksek değil; usul usul, kısık bir şekilde, sanki biri kulağına doğru eğilmiş de orada mırıldanıyormuş gibi...
İşte o anda, Fikriye o şarkıyı duyup, ritme kapılıp giderken Yusuf ona iyice yaklaşmıştı. Şimdi ikisinin saçları birbirine karışıyor, Yusuf’un esmer bukleleri nazikçe Fikriye’nin sarı tellerine dokunuyordu. Yan yanaydılar. Fikriye’nin duyduğu müzik artık daha bir duyulur olmuştu, ayrıca anlamı da daha bir kuvvetli geliyordu. “Buse günah değildir yıldızların altında.” dedi içinden. Sonra yanındaki Yusuf’a döndü, baktı. Şarkıyı içinden tekrarladı, “Benim gönlüm sarhoştur yıldızların altında... Bahtım siyah değildir, buse günah değildir yıldızların altında...”
Ve önüne döndüğünde sarı, seyrek şeftali tüylerinin kapladığı dolgun, kızarmış yanağını Yusuf’tan tarafa doğru eğdi, biraz da yaklaştırdı. Yusuf da kendisine uzatılan bu yanağa doğru dönüp başını oraya doğru uzattı. Ardından da çok bir zahmete girmeden bu yanağa kendi yumuşak, şekilli ve garip bir şekilde fazla pembe olan dudaklarını kondurdu. Şimdi sıcak ve neredeyse yok gibi olan bu buse; üstüne düşen ay ışığı ile parlıyor, kutsal bir olaymış gibi görünüyordu. İki küçük âşığın altında durdukları koca ağaç ise bir sığınak misali bu masumane aşkı çevredekilerden gizliyor, bir çınar kadar olmasa da onları koruyordu. Güzel gecenin yıldızları ise gönülden bir tebrik ve onayla beraber bu yürek ısıtan olayı izliyordu; günaha ortak oluyorlar ve bunu da gayet memnuniyetle yapıyorlardı. (Bu arada bunlar olmadan önce Ahmet de Nazire’ye açılmış, kalbini heyecanla ona açmış ve rahatlamıştı; Nazire de zevkten dört köşe olmuş, Ahmet’in her bir cümlesinde nazla cilveyle kıkırdayıp oynamıştı.)
Bu esnada ise dillere destan şarkı çalmaya devam ediyor; kim bilir daha nice âşığı bu teşvik edici, günahkâr sözleriyle cezbedip bu güzel, parlak, yıldızlı gecede -ya da başka gecelerde de olabilir ve hatta geçmiş bir gecede de olabilir- bir araya getiriyor, ıslak ve yumuşak buseleri hangi kızıl yanaklara kondurtuyordu...