Komşu Kızı Suzan

Yazar

Duygu Ergün

11. Sayı

Öyküler

Ben daha çok küçükken bizim alt katımızda oturan Neriman adında tatlı bir teyze vardı. Emekli öğretmen kocası ve benden üç yaş büyük olan kızı Suzan ile sessiz sakin yaşardı. Arada bir kızıyla birlikte bize oturmaya gelirlerdi. O, annemle koca salonumuzun ihtişamlı koltuklarında oturup dedikodu yaparken Suzan ve ben de salonun bir diğer köşesinde oturup evcilik oynardık. Güya ben evin babası, yani onun kocası olurdum, o da evin annesi, yani benim karım olurdu. Bir de çocuğumuz olarak gördüğümüz pelüş bir balık vardı ki -aslında bunun yerine oyuncak bir bebeğini getirmesi daha mantıklı olurdu ama o bunu getirmeyi tercih ediyordu işte- bu onun oyuncaklarından biriydi. Çok da büyük olmayan bu mavi renkli pelüş balık, bir zaman sonra benim oyuncağım oldu.

Çocukluğumun tamamı Suzan’la geçti. Onsuz bir günüm bile yoktu ve bu yüzden bana herkesten daha yakın geliyordu. Uyuyacağım zaman bile o gelip bana iyi geceler demeden uyumuyordum. Sanki onunla görüşmek kötü bir alışkanlık gibi beni cezbediyor ve ele geçiriyordu. Ben de bu alışkanlığa gün geçtikçe daha çok bağımlı hale geliyor ve hayatımın büyük bir parçasını ona adıyordum. Öyle ki bu çok sonradan unutulmaz bir hal aldı.

Onu bugüne kadar unutmamamın sebebi -şu an kırk altı yaşındayım- onunla büyümüş olmamız mı, yoksa onun o zarif bedeniyle bir ahenk içinde olan davranışlarına karşı duyduğum hayranlık mı bunu hâlâ çözebilmiş değilim. Fakat bir şeyi biliyorum ki o da benim küçüklükten beri ona karşı duyduğum saçma fakat bir o kadar da masum aşktır. Bunu fark ettiğimde sanırım ergenlik dönemine yeni yeni giriyordum ve adamakıllı büyümüştüm. Eskiden onun kalçasına gelen boyum uzamış ve onu geçer olmuştum. Yeni terleyen bıyıklarım dudağımın üstünde sarı sarı parlıyor, çatlayan sesim görünüşüme biraz daha olgunluk katıyordu. Tombulluğumdan da eser kalmamıştı. Onun yerine cılızlaşmıştım ve artık bedenim, Suzan’ı her gördüğümde garip bir bunalımla beraber titriyor, bayılacak gibi sarsılıyor ve hiçbir şeyden haberi olmayan kalbimi deli gibi rahatsız ediyordu. Başlarda ne olduğunu çok da anlayamadım. Fakat ne zaman arkadaşlarımdan birinin sınıfımızdaki bir kız için benim hissettiklerimin aynısı hissettiğini öğrendim, işte o zaman anladım neler olduğunu.

Bu hisler, Suzan’a âşık olduğum gerçeği, önceleri beni heyecanlandırıp aptal bir aşığın durumuna soksa da sonradan beni tarif edilemez şekilde rahatsız etmeye başladı. Çünkü kardeşim, bir büyüğüm olarak gördüğüm insana böylesine kontrolsüz, sapkın duygular hissetmek, bana çok uçuk bir insanın kirli hayal dünyası gibi görünüyordu. Öyle ki onu her düşündüğümde kendimden iğreniyor, tiksiniyordum. Kendi kendime: “O sana ablalık ediyor, yalnız kalma diye seninle beraber büyüyor fakat sen, sen ne yapıyorsun? Sana emek vermiş olan insana terbiyesizlik ediyorsun” diyordum. Evet, belki de çok abartıyordum. Fakat bu, tamamen duyduğum utançtan kaynaklanıyordu. Ne zaman onu görsem hareketlerim değişiyor, gözlerime suçlu birinin pişmanlık yaşları gibi büyük bir yaşarma geliyordu.

O zamanlar buna ne o ne de diğerleri anlam verebilmişlerdi. Çünkü ben o kadar profesyonelce oynuyordum ki bu tavırlarımın ona âşık olmamın getirdiği utanç yüzünden olduğunu birilerinin anlaması mümkün değildi. Ancak tavırlarımı depresyon, ergenlik ya da yeni arkadaşlar edinmemden kaynaklı bir ilgi azalması olarak yorumlayabilirlerdi. Bir müddet kimse bu davranışlarıma bir şey demedi. Herkes: “Ergenlik çağında olur böyle şeyler” deyip kabulleniyor, tavırlarımı bir nevi görmezden geliyorlardı. Fakat ne zaman tavırlarım haddi hesabı olmaz bir şekilde arttı, işte o zaman azarlamalar da başladı.

“Nuri, ne oluyorsun? Nedir bu ahmak tavırlarının aslı? Kendine gel artık!”

“Oğlum niye böyle yapıyorsun, neyin var?”

“Ergenlik çağında dedik, olur böyle şeyler dedik, dedik de yeter artık be Nuri! Beraber büyüdünüz siz. Ne oldu da böyle kötü oldunuz? Bak Suzan çok üzülüyor sen böyle yapınca, yaşın yaşın ağlıyor. Sürekli seni soruyor. Niye benimle konuşmuyor, ne ettim ben ona diyor. Yazık kıza oğlum, yapma böyle.”

Herkes beni bir kenara çekip böyle şeyler söylüyordu. Ben ise söylenenleri dinliyor, dinlerken içten içe kahroluyor ve hiçbir şey söylemeden susup kalıyordum. Ne yazık ki söylenenler sadece söz olarak kaldı çünkü ben bu konuşmaların ardından da tavırlarımı sürdürmeye devam ettim. Hatta öyle ki bu konuşmalardan sonra -neden bilmiyorum ama- ondan daha da uzak durmam gerektiğini düşündüm ve bunu yaptım da. Artık yüzüne bile bakamaz hale gelmiştim. Gördüğüm yerde selam bile vermeden, sanki onu hiç tanımıyormuşum gibi gözlerine bakıp küçük bir tebessüm dahi etmeden yanından geçip gidiyordum. Bu uzun yıllar böyle devam etti. Başlarda Suzan aramızı düzeltmek için uğraşıyor, adeta kendini paralıyordu. Fakat hiçbir şey değişmeyip boşa çabaladığını fark edince vazgeçti.

Yıllar böyle geçti gitti. Üniversite, iş falan derken görüşmeyi de tamamen kesmiştik. Neredeyse birbirimizin yüzünü unutmuştuk ki geçen yaz, bir parkta karşılaştık. Ben onu görmediğim zamanlar -üniversitedeyken- nasıl olsa yüzünü unuttum, bir yerde görsem tanıyamam mutlaka diyordum. Bunu içimi rahatlatmak, ona ettiğim büyük ayıbı tamamıyla unutmak için söylüyordum kendime. Hatta bazen, o da seni hatırlamaz ki zaten diyordum. Fakat onu görür görmez tanıyıverdim. Nasıl tanımazdım ki kendimden utanırcasına sevdiğim birini? Ayrıca hiç değişmemişti zaten. İncecik vücuduna çok dikkat etmiş, zarif yürüyüşünden bir şey kaybetmemişti. İri siyah gözleri ve böylesine güzel gözlere bir kusur gibi yapışan, aşağı doğru bakan uzun, yoğun kirpikleri, biraz uzunca burnu ve bu burunun altına süs niyetine kondurulmuş ince fakat pespembe dudaklar hâlâ aynıydı.

Sadece saçları, o simsiyah saçları boyanmış, tıpkı kına yakılmış gibi kızıl bir renge bürünmüştü. Doğrusu bu da ona gitmişti. Şimdi bu sanki bilerek boyanmış -onca yıldır ona yaptığım terbiyesizlikten dolayı utanmamı söyler gibi bir kırmızılıktı bu, sanki benim yanağımdaki utanç kırmızılıkları uçup onun saçlarına yapışmıştı- saçlarla karşımda kanlı canlı duruyor, hiçbir şey olamamış gibi sıcacık gülümsüyordu. Önce yanındaki iki güzel kız çocuğunu fark edemedim. Öylesine dalmıştım ki onu seyre, gözüm ne başkasını ne de içinde bulunduğum durumu görüyordu. Fakat nihayetinde toparlanınca tıpkı ona benzeyen iki güzel kız çocuğunu görebildim. İkisi de annelerinin elini tutmuş, karşılarındaki bu yabancı adama, yani bana bakıyordu. “Nuri, merhaba!” dedi Suzan, o arada. Bunları diyerek de aramızdaki sohbeti yeniden başlatmış oldu. Ben de ona merhaba dedim, halini hatırını sordum. Sanki gençken ona karşı hiçbir terbiyesizlik etmemişim gibi konuştum onunla. Hatta kızları ve eşiyle de tanıştım; biz ayaküstü sohbet ederken eşi pat diye yanımızda bitivermişti, böylelikle onunla da konuşmak zorunda kalmıştım. Suzan beni kocasına tanıtırken, “Bu Nuri. Hani bahsetmiştim ya sana, çok yakın bir komşumuz vardı diye, işte onun oğlu. Beraber büyüdük sayılır. Fakat uzun zamandır görüşemiyorduk.” demiş, sanki ben ona hiç terbiyesizlik etmemişim gibi benden sevgiyle bahsetmişti. Ah, görseniz ne utanç vericiydi benim için! Yıllar sonra karşılaşmıştık ve ben ondan bir özür bile dileyememiştim. Tıpkı geçmişteki gibi cesaretsiz davranmıştım. Eminim ki o da bunun farkındaydı. Ama her zamanki gibi beni kırmamak için bir şey söylememişti.

O ayaküstü sohbetten sonra bir iyi günler bile dilemeden oradan aceleyle gittim. Daha doğrusu kaçtım. Çünkü dediğim gibi çok ama çok utanıyordum. Öyle ki bu yapışkan utanç yavaştan bedenime yayılmaya başlamış, hatta bedenimi titretmiş ve bana bir kriz geçiriyor görünümü vermiş, ardından da kısık gözlerime ulaşıp onların ağlamasına sebep olmuştu. Evet, ağlamıştım. Onlar bu yersiz hüzünlenmenin sebebini arar gibi yüzüme bakarken ben karşılarında hıçkırarak ve titreyerek, durdurulamaz bir şekilde ağlamıştım. Üstelik bu ağlamam Suzan’ın bana dokunmasıyla, beni teselli etmesiyle ve benimle ilgilenmesiyle her saniye daha da artmıştı. Artık utanmaya hazır olan suratım da oradan ayrılmadan önce Suzan’ın kızıl saçlarından özenir gibi -hani demiştim ya sanki bana utanmam gerektiğini hatırlatır gibi inatla saçlarını kızıla boyatmıştı diye- kızarmış, hatta öyle bir kızarmıştı ki sanki gerçekten utancım bir renge bürünüp yüzüme yapışmıştı.

O günden sonra bir daha da ne o parka ne oranın civarlarına ne de onunla karşılaşma ihtimalim olacak bir yere gittim. Böylece yıllardır koruduğum sırrım ve dilemem gereken özrüm de bana kalmış oldu.