31. Sayı
Öyküler
Yola çıkarken değil ama yoldayken aklım bir karış havada olurdu hep. Bu sefer öyle değildi. Gerçi artık hiçbir şey “öyle değil”. Bavulumu son dakika hazırladım, duşumu son dakika aldım, makyajımı bile son dakika yaptım. Hepsi de plansız ve hazırlıksızdı. Spontane... Bunu İngilizce söylemeyi daha çok seviyorum: “spontaneous”.
Evden çıkmadan önce en son baktığım şey, hafızamda kalmasını istediğim son görüntü: kahve bardağı... Yola çıkmadan önce, dönecek miyim bilmeden, kayboluşumdan hemen önce… Geriye dönüp baktığımda hafızamda sadece ama sadece o anın kalmasını istedim. Yarısı bile içilmemiş, dumanı hâlâ üzerinde tüten bir kahve bardağı. Terk edilmiş.
Bundan sonra ne olacağını bilmiyordum bu yola çıkarken. Tek istediğim her şeyi ama her şeyi unutmaktı. Bazen “Ben de bir gün bir kahve bardağını öylece bırakıp gideceğim.” diye düşünüyordum bu yolun başlarında. Sonra ilerledikçe, uzaklaştıkça tüm olanlardan “Bıraktın aslında.” dedi bir ses bir yerlerden. “O bardağın başında oturabilirdin ömrün boyunca.” Bekleyebilirdim. Hâlâ sıcaktı nasılsa, fazla uzağa gitmiş olamazdı. Ben gittim. Ben de bıraktım bir kahve bardağını öylece.
“Yolda bulduklarını yola çıktıklarına değiştin mi?” diye soryuyor yine aynı ses. Düşünüyorum, önümde daha çok uzun bir yol var. Geriye bakıyorum, çokta uzun yollardan gelmişim. “Ben yola çıktığımda kimse yoktu.” diyorum. “Bavulun nerede?” diyor sonra. “Artık kendi yükümü bile taşımıyorum, yüksüzüm bu yolda.” diyorum. “İsteyerek mi, yoruldun mu?” diyor. “İkisi de.” diyorum.
Dinlendiğim her durakta bir kahve bardağı buluyorum. Hâlâ zihnimde bana en kırgın bakanı o. “Bitmemişti diye mi acaba?” diye düşünüyorum. “Bardakta yok kahvede, hatta bırakıp çıktığın o ev bile yok artık.” diyor ses yolda yankılanarak. “Yok.” diyorum bardaktan daha da kırgın bir sesle, acım kahve bardağının kırgınlığını yeniyor. Oturuyorum uçsuz bucaksız yolun kenarında bulduğum bir taşın üstüne. Ses de omzuma konuyor:
-Saçlarını hatırlıyor musun?
-Kıvırcık…
-Gözlerini hatırlıyor musun?
-Eladan bazen yeşile bazen maviye dönük… Beni sevmekten vazgeçtiğindeyse kahve karası…
-Gülüşü?
-Gözyaşıyla süslü…
-Son sözü?
-Taş, kâğıt, makas…
-Kim kaybetti?
-Ben…
O taşın üzerinde uzunca bir süre oturuyorum, önce kâğıt oluyorum, gönderemediğim mektuplar yazıyorum kendi tenime, sonra makas olup kesiyorum tüm sözcükleri. Her birinden yeni cümleler üretiyorum. Sonra ses öbür omzuma konuyor “Eski kelimelerle yeni hikayeler yazabileceğine gerçekten inanıyor musun?”. Düşünüyorum. “Yazılır ama yazıldığı gibi okunmaz. Altında anlamlar, izler saklı olur. Kimseye yakışmaz.” Eski hikayelerden yeni bir yol yaptım sanıyorum. Üzerinde yürüyorum. Yürüdükçe hikâye değişiyor. Ben değişiyorum.
Çokça zaman sonra bu sefer ben sese soruyorum: “Her kelimemiz eski değil mi aslında? Ne kadar ömrün varsa o kadar kelime... Kime yeni bir şey söyleyebiliriz ki artık? Hangi hikâye yeni peki? Tüm bu hikayelerin arasında yollar gibi onlar da bir yerde kesişmiyor mu en nihayetinde? Birinin hikâyesi bana rastlamadığı sürece bir rüyadan ibaret olmaz mı? Kimsenin bilmediği bir şeyi ilk öğrendiğinde ona yeni diyebilir misin? Sana iletenin ağzından, kaleminden, parmaklarından çıktığı anda artık o eskimiş olmaz mı? Ben sana daha önce hiç duymadığın bir şey söyleyebilir miyim? Ben sana daha önce hiç yaşamadığın bir şey yaşatabilir miyim? Ben daha önce hiç yürümediğim bir yolda yürüyebilir miyim? Yürümüşlüklerim o yolu eskitmez mi?” Sesten cevap gelmiyor. Fark ediyorum.
Yolun başından bu yana kendi omzuma yaslanan benmişim. Cevabı olan sorular onun, olmayanlarıysa benim. Gün batıyor. Yeniden yola çıkıyorum. Omzuma yaslanan, yoldaşım olan sesin bile sahibinin ben olduğumu bilerek... Çevreme bakıyorum. İlk defa görüyorum ötesini gözlerimin içindeki ufkun.
Binlerce yol...
Kimi geride, kimi ileride, kimi üstümde, kimi altımda... Ucu bucağı görünmeyen birlerce yol… Binlerce omuzda binlerce ses… Daha kendileri olduklarını fark edememişler. Binlerce omuzda binlerce ses artık susmuş, çoktan fark etmişler. Kimi henüz kahve bardağını bulamamış. Kimi ise yanına almış. Çift şeritli bir yolda el ele tutuşanlar… Bazen araya ağaçlar giriyor, ayrılıp yeniden kavuşuyorlar. Bazense dağlar, kimi zaman denizler, hatta gökyüzü giriyor araya bazen. Birbirleri ile birlikte yürüdüklerini bile unutuyorlar. Bazı yollar var, bitmiş. Bazı yollar var yıkılmış. Bazı yollar var, çiçek açmış. Bazı yollar var, sarmaşıklarla kaplanmış; bazıları var örümcek ağları sarmış. Onlar o taşın üzerinden hiç kalkmamış olanlar olsa gerek. Yoluma bakıyorum, çiçekler, kaktüsler, bataklıklar, dağlar, denizler, gerim yer yer yıkılmış ama yürümüşüm yine de. İlerideyse ben beni bölüyorum bazen, bazen birinin yolundan atlıyorum, bazen de birlikte yürüdüklerim oluyor, görüyorum. Hepsiyle de ayrılıyor yolum. Daha ilerisini göremiyorum, kapanıyor gözümün içindeki ufuk. Omzumdaki sesim sesleniyor bana:
- Yolculuğa hazır mısın?