28. Sayı
Öyküler
-Elem tere fiş, kem gözlere şiş. Üzerlik çatlasın, nazar eden patlasın. Gözü olanın gözü çıksın.
Kötü başlayan, düşük bütçeli, Türk yapımı bir korku filmi başlangıcı gibiydi ev. Bizim evi artık yol tutan, anneannemin ahretliği, ailemizin de büyücüsü Sabahat teyze zargana balığını andıran cüssesinin aksine yeri göğü inleten sesi eşliğinde yine kurşun döküyordu. Yatalak kocasını kaynına emanet etmiş olmalıydı. Eve adım attığım andan itibaren genzimi yakan -salonun ortasına kurulmuş tüpten olsa gerek- duman, anneannemin her pazartesi yaptığı kemik sulu mercimek çorbası ve bu sahte dünyada bir türlü ederini bulamamış anneannem, sen ve bendenizin aynı evde ayrı ayrı büründüğümüz yalnızlığımızın evin her bir duvarına sinen kokusu sarmalamıştı beni.
-Gel Gülden gel, sen de giriver şu örtünün altına.
Sesinin, mesafeler fark etmeksizin bana seslenirken kullandığı o ezber edilmiş tınısı; kızmaya yatkın, buruk, tutarsız ama hep belirgin. Kendi çıktığın örtünün altına benim girmemi istiyordun anne. Ben diyeyim beş altı yıl siz deyin çocukluğum kadar süre önce babam ardına bakmaksızın gittiğinde girdiğin battaniyelerden neden sonra çıkıp tepesinden kurşunların döküldüğü örtülere girmeye başlamıştın. Bir babadan nefret edilebileceğini yeni yeni idrak etmeye başlamıştım. Hayatımın en büyük şokunu babamın arkasından göbek atmanı beklerken senin battaniye altında yas tutmanda yaşamıştım. Zaman zaman seni anlamak istesem de başaramadığım onlarca çelişkiden sadece biriydi bu. Oysaki babamın hayatımızdan camdaki buharın bir anda silinmesi gibi yok oluşuna en çok sen sevinirsin sanmıştım. Ne de olsa onun yokluğu özgürlük demekti, artık morarmayan gözler ve örselenmeyen gurur da cabasıydı. Ama işte insanlar iliklerine kemiklerine işlenen, kafalarına vurula vurula beyinlerine kazınan öğretilmiş esaretlerinden kaçamıyorlardı demek ki, mıhlanıp kalıyorlardı. Sen de tıpkı anneannemin gençliğini bana anlattığın gibi her Allah’ın günü söylenirdin, “Ya o ölse ya da ben. Yeter, yetti canıma.” Sanki anneden kızına geçen bir lanet gibiydi senin esaretin. Peki ya henüz reşit olan bendenizin akıbeti ne olacaktı? Bu öğrenilmiş çaresizlikler iptila mıydı?
-Güldeeeeen, kız hadiiii! Gidecek Sabahat teyzeeen, yetişiveeeer.
Bir de ısrarcıydın. Ah benim güzel annem, ah benim canım annem. Şu büyü müyü işlerine sebatın kadar benim geleceğim, benim hayallerimdeki ısrarıma da dahil olsaydın keşke. Hayır, işe de yaramıyordu ki, ne hedefledin de ulaştın babama içirdiğin domuz yağı, kuzu kalbi karışımlarıyla. Hangi günahından tövbe etti babam? Ne zaman yüzünü bize döndü? Geçmişindeki büyü mezarlığını gömmüştün de benim geleceğim için yenisini kazmaya başlamıştın adeta.
-Ödev yetiştiriyoruuuuuuum!
Beni rahat bırakman için en büyük kozumu kullanmıştım. Yurdumdaki, okuyabilir mi okuyamaz mı bilinmez ama o şansı hiç olmamış her on kadından sekizi gibi sen de benim okuyup “adam olmamı” hayal ediyordun. Tabii senin hayalindeki meslekler doktorluk, hemşirelik, öğretmenlik gibi her on kadından sekizinin hayaliyle akıl almaz bir şekilde aynı olan mesleklerdi. Sınavlara sayılı günler kala konservatuara başvurduğumu bilsen bütün defter ve kitaplarımı yırtıp, bütün kemiklerimi kırıp beni odaya kapatman muhtemeldi. Artık adını duyduğumda bile gözümün bir tik gibi seğirdiği bu meslekler ve “adam olma” kavramı bana çok uzaktı ama sana konservatuara gidip sahne sanatları okumak istediğimi söyleme şansım yoktu. Sırf toplum öyle buyurduğu için bu mesleklerden birini edinerek yine aynı toplumda yüzünü toplasak bir kadın etmeyecek adamların sıfatına nail olmak zorundaydım çünkü belki az kazanan, belki vasat ya da vasat üstü ama kendi yolunu seçmiş mutlu bir oyuncu birey olamazdım.
Ah benim güzel annem, ah benim canım annem. Senin kozanda nefes alamıyordum. Belki de beni görmediğin, duymadığın içindi. Akşamüzeri çayını anneannem ile yudumlarken ekranlardan izlediğin ailelerin dramlarını önemsediğin kadar bizim evin içindeki yangını görmediğin içindi. Benim içimdeki yangını… Neden bu kadar kördün anne? Anneannem de sana kör ve sağırdı diye mi? Yoksa yüzleşeceğin gerçekleri kaldıramayacağın için mi? Ondan mı hep örtülerin altındaydın? Ondan mıydı gerçeklerden değil kurşunlardan, muskalardan medet ummaların? Ben büyüyordum anne. Eksik büyüyordum. Yarımdım sanki. Bir elim, bir kolum, bir bacağım, bir kulağım, bir gözüm vardı. Diğerlerini babam çekip gittiğinde, sen beni her duymadığında, sen beni her görmediğinde kaybetmiştim bir bir.
O örtünün altına girmediğim o gün, eğer kalsaydım seninle ama kayıp bir kız olarak hayatıma devam edeceğim mercimek çorbası kokan evimizden kaçtım. Teknik detayları boş ver, nasıl kaçtımsa kaçtım. Köhne de olsa tek katlı olan evimiz ilk kez işime yaradı diye düşünmüştüm o zaman. Seni bir daha hiç görmedim. Senden bana yadigâr olacak bir toka bile almadım. Sandım ki silinir tüm izler, hayata o noktadan yeniden başlarım ve belki bu sefer tamamlanırım. Zaten yitikti ya o çocukluk, söker atarım ben de… Sandım…
-Bol peynirli, cevizli bir roka salatası yapayım mı anne, ister misin?
Kızımı usulca onaylayan gözlerim, burnuma dolan mercimek çorbası kokusu, gözümün ara ara kaydığı vasat üstünün de üstü oyunculuğumun bana kazandırdığı salonumum en güzel köşesindeki ödüllerim ve nereye kaçarsam kaçayım hücrelerimden kaçamayacağımı anlamışlığın verdiği yoksunluk ile otuz sene sonra “Keşke unutabileceğim bir büyü olsa” diyen iç sesimle kalakaldım.
Bir gün çok zengin olursam
çocukluk satın alacağım.
Büyüklük sizde kalsın.
Yuja Dab