Fısıltı

Yazar

Damla Adam

32. Sayı

Öyküler

Ayşe o gün sıkıntıyla uyandı. Kâbus görmüştü. “Hayır olsun.” dedi içinden, yatağında doğruldu. Usulca kalktı kocasının yanından. Elini yüzünü yıkadıktan sonra aynada kendiyle göz göze geldi. Kâbusu anımsadı, gözlerine korku bulaştı. Banyodan sonra nefes almak için bahçeye çıktı. Her yanına akşamsefaları ektiği bahçesinin köşesindeki kümeste birkaç tavukları vardı. Folluklara elini daldırdı. Sonra eteğinin önüne taktığı beyaz önlüğün cebine dikkatlice yumurtaları doldurdu. Mutfağa geçti. Mutfaktayken yemeni takardı. Hem permalı kızıl kahve saçlarına yemeklerin kokusu sinmesin diye hem de pişirdiklerinin içine kazayla saç düşmesin diye. O günkü basmasının rengine uygun yemeniyi askıdan aldı, başına geçirdi. Sapsarıydı yemenisi, ayrılık sarısı.

Kahvaltıdan sonra kocası işe gitti. Oğlu Ayhan arkadaşlarıyla top peşine sokağa koştu. Kızları bahçedeki sarmaşığın altında evcilik oynamaya daldılar. Öğlen vakti bahçeden kızlarının sevinçli seslerini duydu. Baktı, babası gelmişti. Kızlar dedelerini çok severlerdi. Hemen sarmışlardı yaşlı adamın etrafını. Dedeleri hepsini tek tek kucağına aldı, sevdi, öptü. Ayakkabı tamircisi olan dedeleri, ilerlemiş yaşına rağmen, birkaç mahalle ötedeki evinin yanında, kulübeden bozma dükkanında, tüm Bomonti’nin ayakkabılarını tamir ederdi. Her bayram da torunlarına istedikleri renklerde, çeşit çeşit ayakkabılar yapardı. Birkaç dakika sonra yazın hep açık olan, sinek girmesin diye makrome perde takılmış kapıdan babası girdi. 

Mehmet dede, ilk göz ağrısı Ayşe’sine her gün bir kahve içimlik uğrardı. Ayşe’yi evlendireli yıllar olsa da her gün bıkmadan kızını ziyaret eder, bir üzüntüsü, bir sıkıntısı var mı diye yoklardı. Her gelişinde de torunlarına şekerler, yemişler getirirdi.

Babasının geldiğini gören Ayşe, her günkü gibi ocağa sade kahveyi sürdü. Gidip babasını karşıladı, elini öptü. Babası hep yaptığı gibi, hemen girişte, kapının yanındaki divana ilişti. Ayşe, hazır olan kahveyi fincana döktü, bir bardak suyla getirdi. Mehmet dede kahvesini tek yudumda içerdi. Yine öyle yaptı. Bir nefeslik duraklamadan sonra, “Hadi ben artık kalkayım kızım,” diyerek dizlerine tutundu, yavaşça kalktı.

Babası gittikten sonra Ayşe’nin içine bir sıkıntı peydahlandı. Mutfağın duvarları sanki üstüne geliyordu. Dayanacak gücü kalmayınca başından sarı tülbendi sıyırıp bahçeye çıkarken birden kalakaldı. O sesi yeniden duymuştu sanki. Kabusundaki sesi. Evi dinledi, evde kimse yoktu. Sonra yeniden duydu o sesi. 

          “Baban ölecek!” diyordu duvarlar kabusundaki gibi. “Baban ölecek! Baban ölecek!” 

           Gözleri korkuyla büyüdü. Duvarlardan fısıltı duymasından ayrı, babasının ölmesinden ayrı korktu. Kalbi göğüs kafesinden fırlayacak gibi çarpıyordu. “Tövbe tövbe,” dedi. Saçmaladığını düşündü. Rüyadan etkilendim, evin de her yanı açık, arka odadan cereyan yapmıştır, diye içinden geçirdi. “Rüzgârın sesini ne sanıyorum ben de.” Nefesini düzenlemeye çalıştı. Bahçeye çıktı. Sarmaşığın altındaki tahta sedire oturdu. Tüyleri hâlâ diken dikendi. Temiz hava iyi geldi. Az sonra eli yüzü kir içinde Ayhan bahçeye girdi. 

          “Elini yüzünü iyice yıka, hadi öğlen kahvaltısı edeceğiz.” dedi oğluna.

           Allah ne verdiyse çıkardı çardağın altındaki masaya. Karpuz, simit, peynir, zeytin… Bahçenin diğer köşesindeki bostandan domates, kıl biber, salatalık… Öğlen kahvaltısından sonra Ayhan yine sokağa koştu, kızlar da sıcağın etkisiyle divanın köşelerinde uyuyup kaldılar. Ayşe ağırlaşan başına rağmen evi süpürdü, bulaşıkları yıkadı. Akşam için köfte yoğuracaktı ki kapıda Kemal’i gördü. Saate ilişti gözü. Bu saatte evde ne işi var? İçi korkuyla titredi. Kemal’in yüzü koşmuş gibi kıpkırmızıydı.

            “Ne oldu? Neden erken geldin? İyi misin?”

            “Ayşe, gel bir otur hele.”

              Kötü bir şey olduğunu hissetti. İstemsizce elini göğsüne götürüp kocasının söylediğini yaptı. Kemal söze nerenden başlayacağını bilmediğinden susuyordu. Ayşe bu eziyete bir son vermek istedi. 

            “Babam mı?” diye sordu.

             Kemal şaşırsa da acı haberi vermenin yüküyle eğdi başını yere. Ayşe hemen fırladı evden, eteğinde önlük, ayağında terlikler... Bir yandan koşuyor bir yandan haykırıyordu “Bana fısıldadılar, bana fısıldadılar!”  Nasıl koştu, nasıl gitti baba evine bilemedi.

Mehmet dede kızından çıktıktan sonra küçük dükkânına gitmişti. Bir gün evvel tamir için getirilen kösele ayakkabıların altına pençe atıyordu. Bir tekin işini bitirdi. Yerde duran ikincisini almak için eğildi, bir daha doğrulamadı. Nefesi orada tükendi. Sonradan kalp krizi dediler. Onu küçük oğlu buldu. Bir çığlıktır koptu. Komşular koştu geldi. Ama ne çare, giden gitmişti. 

Ertesi gün öğle namazına müteakip kaldırdılar Mehmet dedenin cenazesini. Ayşe sürekli “Bana fısıldadılar, bana fısıldadılar!” diye ağlıyordu. Duadan sonra misafirler dağılınca annesi usulca kızının yanına sokuldu. O zaman anlattı Ayşe fısıltıları. 

Ertesi gün mahallenin hocasına gittiler. Hoca efendi “Malum olmuş kızım sana ama bunun için kendini paralama. Olanla ölene çare yoktur. Alacak nefes tükendikten sonra elden bir şey gelmez.” dedi.

Aradan yıllar geçti. Ayhan büyüdü, evlendi, bir kızı oldu. Ayşe yavrumun yavrusu dediği torununu çok severdi. Kimselere bırakmaz, kucağından indirmezdi. Ayşe ninnilerle, masallarla büyüttü Defne’yi. Kimi zaman göçüp geldikleri Balkanları, kimi zaman kendi ninesiyle dedesini anlatırdı torununa. Defne de bir yandan dinler, bir yandan hayaller kurardı. Babaannesi, fısıltılı hikâyeyi de anlatırdı Defne’ye. Küçük kız biraz korkardı ama bir daha hiç hikâye anlatmaz diye bir şey demezdi. 

Seneler seneleri kovaladı. Defne büyüdü. Sık seyahat ettiği bir işi vardı. Sürekli bavulu toplu dururdu. Ayşe onu da özlerdi ama Defne’nin seyahatleri çok uzamazdı.

Aylardan Temmuz’du. O sabah sıkıntıyla uyandı Defne. Kâbus görmüştü. “Hayır olsun.” dedi. Kalktı, elini yüzünü yıkadı. Aynada kendiyle göz göze geldi. Kâbusu anımsadı, gözlerine korku bulaştı. O gün yine bir iş seyahati vardı, hazırlanmaya başladı. Sonra babaannesinin her sabah hazırladığı kahvaltı için sarmaşıklarla çevrili çardağa çıktı. Babaannesi yine sofrayı donatmıştı. Karpuz, simit, peynir, zeytin… Bahçeden domates, kıl biber, salatalık... Çay da demlemişti.

            “Yumurta da haşlayayım mı kızım?” diye sordu babaanne, yıllardır eskidikçe yenisini ördüğü makrome perdeden siyah yemenili başını uzatıp.

            “Hava çok sıcak yumurta istemem.”

            “Sorma kızım sorma, bu sıcaklar beni de mahvetti,” dedi otururken. “Kaç haftadır başım nasıl ağrıyor anlatamam.”

            “Başın ağrıyorsa doktora götüreyim seni.”

            “Yok kızım, gittim geçen hafta mahalledeki sağlık ocağına. Doktorun başı çok kalabalıktı ama sağ olsun ağrı kesici yazdı.”

            “Muayene etmeden mi yazdı ilacı?”

            “Dedim ya başı kalabalıktı, beni aradan aldı, sağ olsun.”

             Doktora sinirlendi Defne. “Ama öyle ezbere ilaç mı yazılır? Gel hastaneye gidelim baksınlar. Bak kalbin var, tansiyonun var, kolesterolün var. Öyle bilmeden ağrı kesici alınır mı pamuğum benim?”

            “Senin işin gücün var kızım, hem ilaçtan sonra baş ağrım geçti.”

             Daha fazla ısrar etmedi Defne, keşke etseydi. Zaten içine bir sıkıntı peydahlanmıştı. Bavulunu aldı, bir taksi çağırdı. Çok geçmeden taksi geldi. Valizini aldı, taksinin bagajına koydu, sonra geçip taksinin arka kapısını açtı. Tam binmek üzereyken dönüp eve baktı; babaannesi, her zamanki gibi arkasından el sallıyordu. Onu hep böyle yolcu ederdi.

Taksiye binerken birden kalakaldı Defne. Bir ses yankılanıyordu sanki kulaklarında rüyasındaki gibi. Babaannesine bir şey belli etmeden bindi taksiye, kapattı kapıyı. Yeniden duydu o sesi: 

            “Babaannen ölecek!” diyordu o ses kabusundaki gibi. “Babaannen ölecek! Babaannen ölecek!”

             Çok korktu. Kalbi deli gibi çarpıyordu. O fısıltıya ayrı, babaannesinin ölmesinden ayrı korkuyordu. Zorlukla yutkundu. Saçmaladığını düşündü, kendine gelmeye çalıştı. “Rüyadan etkilendim. Bir de babaannemin o fısıltı hikâyesi yüzünden bunlar.” diye geçti içinden. Şu baş ağrısı meselesini de kafama taktım herhalde. Dönünce ilk iş, ilk iş…

Uzun toplantıların ardından akşam odasına girer girmez telefonunu eline aldı. Hiç aramamışlardı. Oysa mutlaka ararlardı. Merak edip halasını aradı. Aysun hala, olabildiğince normal konuşmaya çalışsa da sesi yankılanan bir yerden geliyordu. Evde ses yankılanmazdı ki. Kötü bir şey olduğunu hissetti. İstemsizce elini göğsüme götürüp sordu;

           “Babaanneme bir şey mi oldu?”

             Sessizliği ölümün habercisiydi. İlk uçakla döndü eve. Yol boyunca, kendi kendine, bana fısıldadılar, bana fısıldadılar, diye düşünüyordu. Yol nasıl bitti, eve nasıl gitti bilemedi.

Ayşe babaanne, Defne’yi yolcu ettikten sonra biraz serinlemek için banyo yapmaya karar vermiş. Suyu ayarlayıp, banyoyu hazırlamış. Banyodan sonra giymek için dolabından temiz kıyafetlerini çıkarırken fenalaşmış. Sonradan beyin kanaması demişler. Yığılıp kalmış yere, elindeki giysiler etrafa saçılmış. O sırada bahçede olan Aysun, düşme sesine koşmuş, ama ne yapsa kâr etmemiş. Bir çığlıktır kopmuş evde. Komşular koşmuşlar sokakta yankılanan feryada. Ama ne çare, giden gitmiş.

Ertesi gün öğle namazını müteakip kalktı Ayşe babaannenin cenazesi. Defne sürekli “Bana fısıldadılar, bana fısıldadılar!” diye ağlıyordu. Halası sokuldu yanına. Ona neler olduğunu anlattı Defne. Ertesi gün mahallenin hocasına gitmediler. Çünkü artık biliyorlardı. Onlara rüyalar fısıldar, malum olurdu.