28. Sayı
Öyküler
Ömer uyanmak istemiyordu. Biliyordu uyandığında kendi gerçekliğinin farkına varacağını. Gözlerini açtı, ağzı kupkuru olmuştu. Yatağının yanındaki sehpanın üstünde duran su şişesine bir bakış attı. Varlığının dünyadaki değerini sorguluyordu bu aralar. İçindeki boşluğun oluşturduğu bir sıkkınlık hissi vardı. Şu son bir aydır var olmayı kendine dert etmeye başlamıştı. “Daha nereye kadar sürecek bu aylaklık?” diye soruyordu kendine. Panjur kapalı, odanın içi kapkaranlıktı. Ömer yatağında uzanıp tavana bakarken, annesi kapıyı açtı. “Öff , leş gibi kokmuş burası!’’ dedi. Çocukların top oynadığı, gençlerin gezip dolaştığı bu yaz gününde Ömer, bir ay dışarı çıkmamasındandır ki burnu koku alma yetisini kaybetmişti. Annesi tişörtünün yakasıyla burnunu kapatıp, panjuru ve camı açtı. Gün ışığı... Gün ışığı Ömer’in odasına bir bomba misali anında düşüvermişti. Güneş, tatlı bir acı veriyordu Ömer’e. Annesi, ellerini beline koyup yavrusunun vaziyetine baktı. “Akşama babaannen ile Rukiye teyzengil gelecek. Haberin olsun.” dedi.
“Rukiye teyze kim?”
“Babaannenin kardeşi.”
“Hangisi?”
“Aziz eniştenin karısı.”
“E onların torunları da gelir şimdi. En son geldiklerinde, saklambaç oynarken dolabıma girmişti birisi.” dedi içi kırılmış dolabı göstererek. Annesi, “E ne yapayım oğlum? ‘Gelmeyin’ mi diyeyim insanlara?” dedi. Ömer üfleyerek yorganı kafasına çekti. ‘’Bak sen haftalardır dışarı çıkmıyorsun. Çıkta Kerem ile buluş, hadi. Bak ben de rahatça temizlik yapayım.’’ dedi ve hızlıca odadan çıktı. Ömer yorganın altından, “Kerem Sakarya’da!” diye bağırdı. Annesinin çalıştırdığı elektrikli süpürge Ömer’in sesini bastırıyordu. Bu dünyada kimseye sesini duyuramayacağını, kimseye derdini anlatamayacağını bir kez daha iliklerine kadar hissetti. Yine aynı sıkkınlık çöktü üzerine.
Bir saat sonra annesinin ısrarları sayesinde dışarı çıkıp çarşıya doğru yürümeye başlamıştı. Sanki havanın kokusu değişmişti. Bu kokunun insanlara sahte umutlar verdiğini düşündü. Güzel yaz gününde kuşlar şakıyor, insanlar ise sevişiyorlardı. Dışarda gördüğü her iç açıcı sahnenin ardından, Ömer’in içini daha da hüzün kaplıyordu. Bir gün yok olacağını bilmenin verdiği çaresizlikti bu his. Tüm bu mutluluklar boşa, tüm bu ağlayışlar boşa, hiçbir şey gerçek değildi onun için. Ölümün bir gün geleceğini bilerek mutlu olabilmenin nasıl da imkânsız olduğunu düşünmeden edemiyordu. Bazen hayattan tek beklentisi diğerleri gibi güçlü bir imana sahip olabilmekti. Kafasında soru olmadan inananlar gibi rahat olmak için nelerini vermezdi ki?
Bir caminin önünden geçerken 60 yaşlarında bir adam Ömer’e, “Selamün aleyküm yeğenim.” dedi. “A-Aleyküm selam ağabey.” Adam hiç duraksamadan hızlı adımlarla caminin kapısından içeri girdi. Şiddetli bir sesle ikindi ezanı okunmaya başladı. Ömer haftalar sonra ezanın sesini ilk defa bu kadar net duyuyordu. Tarif edilmesi zor, yoğun bir hisle doldu içi. Bir aylık köy macerasından sonra annesini ilk gördüğü anda da aynı hisle dolup taşmıştı. Şadırvan da abdest alan adamların yanından geçip, avlunun içinde bir banka oturdu ve neyin onu bu hale getirdiğini düşündü.
Evde farklı çeşitlerde yemek kokusu vardı. Ömer, telaşla mutfakta oradan oraya koşan annesine baktı. Sonra odasının kapısını açtı. Yatağı tertemiz karşısında duruyordu. Bozmaya kıyamadı ve yere uzandı. Annesi, küçük çocukların birazdan gelip de her yeri darmadağın edeceğini bile bile her yeri pırıl pırıl temizlemişti. Kapı açılıp örtülme sesi duyuldu. Babası gelmişti. Geldikten iki dakika sonra odaya giren baba, akrabalarını beklerken, ‘’Ömer! İyi misin oğlum? Bugün dışarı çıkmışsın herhalde.’’ dedi.
“Evet. Annem temizlik yapacaktı. Şöyle gittim bir hava aldım.”
Babası; “Aferin iyi yapmışsın.” dedi ve odadan çıktı. Babası gittikten sonra okumakta olduğu, sehpanın üstünde duran ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ kitabı Ömer’in gözüne takıldı. Uzandığı yerden ayağa kalktı. Tam kitabı rafına koyacaktı ki elinde tuttuğu zehrin farkına vardı. Caminin önünde yaşadığı his aklına geldi. Gözleri doldu. Sanki artık her şey için çok geçti. “Tanrı öldü ha. Tanrı öldü.”
“Öldürdün lan Tanrı’mı! Bitirdin lan beni!” Ömer kitaplığında bulunan Nietzsche’nin tüm kitaplarını, çekmeceden bir hışımla çıkardığı market poşetinin içine doldurdu. Vestiyerden kolonya ve çakmak alıp, koşarak evden dışarı attı kendisini. Kapıdan çıkmadan önce “Ömer!” diye bağıran babasının sesini duydu. Hava yavaşça kararmaya başlamıştı. Ömer evinden elli metre ilerideki boş tarlaya vardı. Tüm kitaplarının üstüne kolonya döküp tarlanın ortasında ateşe verdi.
Hiçbir şey… Tüm kitaplar kül olmuş. Fakat hiçbir şey değişmemişti. Olduğu yere kıvrıldı ve ağlamaya başladı. “Tanrımı öldürdü. Ama ben onu öldüremiyorum.”