17. Sayı
Öyküler
Kaç yaşına gelirse gelsin insan kendini ana olduktan sonra var olmuş sayıyor. Yüreğinin bir parçasını başka bir bedene emanet etmişçesine hayatının tüm düğüm noktalarına onu koyuyor. Tek bir şeyi unutuyor: Toprak, sevdiklerimizi bizden daha çok seviyor…
Mahallenin kadınlarının olmazsa olmazını hepiniz biliyorsunuzdur, altın günleri… Her ay bir komşunun evinde toplanılır, pastalar, börekler, kekler midelere doluşturulur, sonra da hazımsızlığa bir iki bardak da çay yudumlandı mı tamamdır. Tüm bunlar olurken de dedikodu gerçeğini de unutmayalım tabii ki. Bu aralar dillerde dolaşan gündemleri merak ediyorsanız kısaca duyduklarımdan birkaç demeç vereyim size. Bakkalcı Nazmi dayı kantarda hilebazlık ile meşgulken kızı da kanlı bıçaklı gibi oldukları Kasap Hayri amcanın oğluyla meşgul oluyormuş. En sonunda vermezlerse kaçıracağım deyip Nazmi dayıya gözdağı vermeye çalışıyormuş. Her ne kadar böyle efelendiğini görsek de Nazmi dayıyı sokakta görünce yerini yönünü nasıl şaşırıp kaçacak delik aradığını hepimiz biliyoruz. Genç işte…
Herkesin korkulu rüyası Emine teyzenin de, evlatlarının miras yüzünden birbirine girmesine dayanamayıp bütün varını yoğunu gidip hayır kurumuna bağışlaması ile ortalığı daha da birbirine kattığı haberini de duymazdan gelemezdim. Şimdi tüm çocukları onu bu kararından nasıl döndürecekler, kara kara bunun düşüncesi içindeler. Evlat işte…
Köyün demirbaş bekârlarından Huriye'nin, yeni gelen talibinin yaşlı bir adam olduğunu görünce ayılıp bayılmak bir köşede dursun, adamın eşikten ayağını atar atmaz kafasına fırlatılan ayakkabılarını alarak koşa koşa oradan uzaklaştığını da herkes öğrenmiş. Ben de nasibimi aldım tabii ki. Bekârlık işte…
Çoban Emrullah dayı bilmem kaç bin liraya Ahmet dayıya bir koyun satmış. Ahmet dayı yaşlı, bakacak kimsesi yok. Bir heves ile almış ama koyun koyun değil, dersin keçi. Öylesine bir inat. Yemek verirsin yemez, otlatmaya çıkarırsın çıkmaz, sevmek istersin sevdirmez… En sonunda dayanamayıp Emrullah dayının kapısını çalmış, bir miktar daha para saymış eline. Diğer koyun sürüsüne kendi koyununu da katmasını, ona bakmasını rica etmiş. Bıyık altından güldüğüne adım kadar emin olsam da yine de günahını almak istemem. Her neyse Emrullah dayı seve seve kabul etmiş. Gel zaman git zaman her hafta Ahmet dayı arar, koyunu hakkında bilgi alırmış. Bir gün ağzı kulaklarında kahvehaneye giderek bir de kuzusunun olduğunu söyler dururmuş, ama mahalle halkı ümit etmemesi gerektiğini ona söyler dururmuş. Aldırış etmezmiş tabii. Ta ki Emrullah dayının onu arayıp hem koyununu hem de kuzusunu sürüden kurdun kaptığını söyleyene kadar. Onca sürü, onca yayla, onca sürü köpekleri… Nasıl olur da hepsini aşar da kapa kapa onun hem koyununu hem kuzusunu kapardı. Herkes ne olduğunu bilir ama Ahmet dayıya ağzını açıp tek bir kelime söylemezmiş. Dünya malı işte…
Davut emmi tek varlığı, canından çok sevdiği kardeşine bankada kefil olmuş ama kardeşi sonra basmış gitmiş. Hanımıyla evde kırıldığına mı yansın, elde avuçta bir şey yokken bu kadar borca nasıl bulaştığına mı yansın yoksa kardeşinin ona bunu nasıl yaptığına mı yansın. İnsanoğlu işte…
Biri bitiyor, diğeri başlıyor; konuşulacak, ahlanıp vahlanacak bir sürü konu peş peşe sıralanıyor; herkes eteklerindekileri birer birer döküyordu. Ben de buraya nasıl düştüğüme bir anlam veremeyip kafam bir sağa bir sola söylenenleri dinliyordum.
Tüm bunlar konuşuluyor iken ev sahibi Aynur ablanın yanımızda olmadığını fark ettim. Çevreme bakınca onu aradığımı anlayan annem "Kalk Aynur Hanım'a yardım et kızım, mutfakta." deyince hemen yanına gittim. Garip bir insandı Aynur abla. Sessiz, içine kapanık, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, öylesine en komik şeylere bile ufak bir tebessümle karşılık veren biriydi. Anneme her sorduğumda sen karıştırma der beni geçiştirirdi. Tüm bu düşüncelerimden sıyrılarak yüzüme onunki gibi kondurduğum sade tebessümle yardım etmeye geldiğimi söyledim. O kadar nazik bir insandı ki asla kimseye bir kötülüğünün dokunmayacağı yüzünden okunuyor gibiydi.
-Zahmet etme kızım, hallettim sayılır. Yapılacak çok bir şey kalmadı.
-Olur mu Aynur abla, ne zahmeti. İzin ver benim de sana bir yardımım dokunsun.
-Öyleyse buzlukta tatlı var iyice soğumuştur. Sen onu çıkar ben çayları içeriye getireyim.
-Tabii ki…
Bu kadına asla hayır denilmemeli, zarafet hali mahallenin tüm kadınlarına örnek olarak gösterilmeli diye geçirdim içimden. Buzluğu açınca soğuk hava, yüzümü pata küte dövünce hafif bir irkilsem de orada duran tatlılara uzanmama mâni olamadı. Sonra bir tencere gözüme ilişti. Küçük çiçek ve yaprak desenli, kırmızı bir tencere. O kadar güzel bir şekilde sarılmıştı ki ben Aynur ablanın başka bir tatlı daha yaptığını düşünerekten tencereyi tuttuğum gibi tezgâhın üzerine bırakarak hızlıca üzerindeki jelatini çözmeye başladım. Garipti. Çok garipti… İçerisinde bir kaşık unutulmuş, desenleri hâlâ daha dün gibi kaşıkla çizilmiş helvaydı bu, un helvası. Aklım karıştı bir an. Bize yapıp yapmadığı konusunda biraz da tedirgindim. Birden arkamda bir ses ürkmeme ve elimdeki kaşığı düşürmeme sebep oldu. Gelen Aynur ablaydı. O esnada, hani derler ya küçük dilimi yutmuş gibi oldum diye, aynı o durumdaydım. Ne diyeceğimi, ne anlatacağımı, ne düşüneceğimi bilemedim. Onun da ilk olarak ağzından tek bir cümle çıktı:
-Kızım Elif’ in son helvası.
Beynimdekiler birbiriyle kavga edip birbirine savaş açmışçasına tüm bedenimi sararken duraksadım. Kızı Elif, son helvası, kaşığını bile tutmaya kıyamayan bir anne, bunca acı, bunca suskunluk…
-Aynur abla ben ne diyeceğimi bilemedim. Lütfen özrümü kabul et. Ben…
-Özür dilenecek bir durum yok kızım, üzülme sen.
Ellerimi sıcacık avuçlarına aldı. Öylesine arkama çektiği sandalyeye beni oturttu. Hafif buğulanan gözlerini yere dikerek anlatmaya başladı:
-O kadar sevgi dolu, merhametliydi ki benim yavrum. Hiçbir hastalığı yoktu. O malum gün yani bundan 7 yıl önce benim yanıma gelerek rüyasında helva kavurduğunu, kokusunu bile içine çektiğini söyledi. İçime bir acı saplandı. Sonuçta rüyaydı ama o esnada her ne olduysa öylesine bir acı hissettim işte. O zaman bu kadar bolluk yoktu tabii. Tüm bu kötü hislerimden kurtularak gidip bakkaldan un, bir parça yağ falan ne lazımsa yani aldım geldim. Elimde poşetleri görünce öyle mutlu oldu ki. Ama kendi helvasını kavuracağından ne onun ne de benim bu ana yüreğimin haberi yoktu. Helva kokusu, cennet kokusu gibi tüm eve yayılmıştı. Çünkü cennet kokulum helvasını kendi yapmıştı. Yatağında ölü bulduk. O gün bugündür o helva hep dolapta durur. O güzel minik ellerinin değdiği kaşığı bile içindedir. Ben ne zaman ki kızıma kavuşurum, bayram niyetine bu helvayı o zaman buzluktan çıkaracaklar.
O kadar derin bir susmaktı ki benim bu susuşum… Sanki her helva kokusunda Elif'i arar gibi…