21. Sayı
Öyküler
Güneşin ilk ışıkları ayak uçlarına değiyordu. Başlayacağı günün onun için bir önemi var mıydı bilinemez. Haftalarca hastanedeydi Ali Bey, bir ayağı değil artık iki ayağı da çukura girmişti. Nasıl sürdürmüştü 70 senelik hayatı; iyi kötü, zengin yoksul, temiz kirli, üretken durgun, mesut bedbaht bilinemez. Çünkü Ali Bey, sürdürmüş olduğu 70 senelik hayatını yavaş yavaş unutmaya başlamıştı. Eşi ve çocukları oldukça üzgündü, hatta onların -tabiri caizse- hayatları durmuştu. Gözlerinin önünde babaları eriyordu. Küçük kızı babasının ağzından çıkacak tek kelimeye bile hasret kalmıştı. Bir süre sonra Ali Bey, ailesine dönmüş sadece bakıyordu, bakıyordu. Her zaman olduğu gibi umutlu bir şekilde yine aynı sorusunu sordu:
-Eve ne zaman gideceğiz?
Eşi:
-Yarın çıkacağız bey, dedi.
Ali Bey, yine sinirlendi. Sinirine yenik bir şekilde eşine ve çocuklara ağır olmakla birlikte küfürlü bir şekilde konuşma yapıyordu. Artık hastane köşelerinde kalmak değil, evine gitmek istiyordu. Biçare, haftalardır hastanede kalmıştı. Artık yan odalarda kalan hasta inleme seslerini duymak istemiyordu, vücudu iğnelerden, serumlardan mütevellit morluk içerisindeydi. Vücudunun daha fazla morluk içerisinde kalmasını istemiyordu. Ziyarete gelenler, kendisine acınası bir şekilde baksın istemiyordu. Esasen Ali Bey, baki hayata geçiş yapacağını benimsemiş, son nefesini evinde vermek istiyordu. Bir süre sonra küçük kızı odaya girdi. Kızına anlamsız bir şekilde bakarak:
-Hoş geldin Ayşe?
Fakat kızın yüzünde şaşkınlık ifadesi olmakla birlikte gözlerinden sicim sicim yaşlar döküldü. Odadan çıkarak ağlamaklı bir şekilde hastane bahçesine çıktı. Banka oturdu ömrü boyunca hiç bu kadar ağlamamıştı.
Etrafındaki insanlar kendisini seyrediyordu, kendisinin umurunda bile değildi. Çünkü, korkusunun esiri olmuştu. Hayatında en korktuğu konu sevdiklerinin kendisini unutmasaydı ve babası biraz önce Hayal’i tanıyamamış ve tanımadığı gibi de başka birisinin ismiyle hitap etmişti. Artık Hayal de kabullenmeye çalışıyordu babasının son zamanlarına yaklaştığını. Uzak bir noktaya bakıp saatlerce düşündü. Babasız bu hayata nasıl devam edilirdi? Sayısız kitap vardı; babasız kalınca neler olurdu, ne yapılmalıydı hangisinde yazıyordu? İnsanın hayatından babası çıkınca geriye ne kalırdı? Liman yakılırsa gemiler nereye yanaşırdı? İnsanın limanı babası olsa gerek, çocuklar babaya sığınmadan nasıl büyürdü? Bu evren daima babanın yokluğuyla mı imtihan olurdu? Kimisi babası varken babasına hasretti, kimisi babasının yokluğunun üzerine bir de hasretini ekliyordu. Hayal, bu düşünceler içerisindeyken abisi Orhan yanına geldi. Abisinin ilk defa ağladığını gördü. Bir türlü soramadığı o soruyu sordu:
-Ağabey, babamıza bir şey olursa biz ne yapacağız?
Abisi ağlamaklı bir şekilde:
-Daha önce hiç babasız kalmadım ki. Babasız kalınca ne yapılır bilmiyorum, dedi.
İki kardeş birbirlerine sarılıp ağladılar. Gözyaşları âdeta birbirine karıştı. Abisinin iki oğlu vardı. O da bir babaydı. Ama babasız baba nasıl olunurdu. Hiçbir fikri yoktu.
Ali Bey’in yanında eşi Meryem Hanım ve büyük kızı Elif vardı. Elif, babasına bir yandan yemeğini yediriyordu, öte yandan gözyaşlarını siliyordu. Meryem Hanım ise odanın penceresinden Orhan ve Hayal’i izlemekle birlikte kafasındaki sorulara yanıt bulmaya çalışıyordu. 50 senelik hayat arkadaşı olmadan hayat nasıl devam ederdi? Kendisi sadece anne olmayı öğrenmişti, evlatlarına babalık nasıl yapılır, arkalarında dağ gibi nasıl durulur bilmiyordu? Ali Bey ve ailesinin günleri böyle devam ediyordu. Günler sonra Ali Bey, hastaneden taburcu oldu. Fakat, doktorlar Ali Bey’in durumu iyileşmeye başladığı için değil ellerinden bir şey gelmeyeceği ve durumu kötüye gitmeye başladığı için taburcu etmişlerdi. Ali Bey, kompleksli bir hastaydı. Bu hastalıklarının içerisinde bir de diyaliz hastasıydı. Yaklaşık son 2 yılını diyalize girmemek için bahanelerle geçirmişti. Ama o gün evde bayılmasının ardından uzun bir süre tedavi altına alınmıştı. Bu tedavi sonucunda diyalize başlaması gerekliydi. Bu sebeptendir ki Ali Bey, günlerce hastanede kalmıştı ve ara ara şuurunu kaybediyordu.
Evine gideceği için mutluydu Ali Bey, ama bir eksiklik vardı. Evi neredeydi? Dişiyle tırnağıyla kazıyarak bir yerlere gelip onca emeğiyle aldığı evi neredeydi? Ama olsun hastaneden kurtuluyordu, onun için ecelinden kaçmaktı. Nihayetinde eve geldiler. Anlamsız bir şekilde evin içinde geziniyor. Evini yeni görüyormuşçasına göz gezdiriyordu. Ali Bey’in bu hâlini gördükçe eşi ve çocuklarının içlerinde tarifsiz bir acı oluşuyordu.
Günler Ali Bey’in, yer yer şuurunu kaybetmesi, yer yer öfkelenmesi, belirli günler diyalize gitmesiyle geçiyordu. Lakin diyaliz günleri oldukça zor geçiyordu. Çünkü asıl bu günlerde şuurunu kaybediyordu. Diyalizden eve getirildiği günler fazlasıyla asabi oluyordu. Yemek pişmekte olsa bile pişmeden yemek istiyordu, yemeğini yedikten sonra unutuveriyordu ailesini, kendisine yemek vermemeleriyle suçluyordu onları.
Geceleri evin içinde dolaşıp yanlış evde olduğuna kanaat getirerek evden çıkmak istiyordu. Evin her yerinde, özel ihtiyaçlarını gidermek istiyordu. Artık, Meryem Hanım ve çocuklar heba olmuştu. Geceleri gündüzleri belli değildi. Günlerce uykusuz kalmışlardı. Olsun onlar için bir önemi yoktu. Babaları her şekilde yanlarında olsun istiyorlardı. Zavallıların birbirlerine destek olmaktan başka çaresi de yoktu. Sanki babalarına kendileri zarar vermişti, herkes bunun acısını onlardan çıkarmak için sırtını dönmüştü. Ne akrabaları ne de dostları, artık ne hâldeler diye sormuyorlardı bile. İnsanın babası ölüm döşeğindeyken yalnızlıkla sınanmak ağır olsa gerek…
Salı günü Ali Bey’in diyaliz günüydü. Evin içinde yine telaş vardı. Bir de herkesin üzerinde anlam veremedikleri bir burukluk vardı. Ali Bey bir şeyler biliyordu sanki, ama söylemek istemiyordu. Diyalize gitmesinin ardından evin içinden sanki cenaze çıkmış gibiydi. O gün hava ise yağmurlu ve rüzgârlıydı. Bu ruhani bunalımlarının üzerine bir de havanın böyle olması ev halkını daha da sıkıyordu. Saatler sonra Hayal’in telefonu çaldı ve duymak istemediği haberi almıştı. Telefondaki kişi:
-Hayal Hanım, babanız Ali Bey, diyaliz esnasında fenalaştı. Ambulansla hastaneye gönderdik, dedi.
Dünya sanki Hayal’in üstüne yıkılmıştı ve o enkazın içinde nefesi kesiliyordu. Telaşla hastaneye gittiler. Orhan, Ali Bey’in durumunu öğrendi. Meryem Hanım ve kardeşlerine durumu anlatmalıydı ama nasıl anlatacaktı? Orhan’ın düşüncesi, bir süreliğine hayatını başkasının yaşamasıydı veyahut anlatacaklarını bilmedikleri bir lisanda ailesine aktarmaktı. Bilmedikleri bir lisan olsun istiyordu, bizlere ait olmayan bir lisan olsun ki anlamasınlar, acılarıyla yüzleşmesinler. Orhan, ağlamaklı bir şekilde, annesinin ve kardeşlerinin beklediği koridora yürüyordu. Annesiyle göz göze geldi ve yere oturarak:
-Anne babam bitmiş, diyerek haykırdı.
Peki ne olmuştu Ali Bey’e? Diyaliz sırasında tansiyon düşüklüğü sebebiyle kalp krizi geçirmişti ve beynine pıhtı atmıştı, kısacası artık makinelere bağlı yaşıyordu. Doktorlar tamamen umudu kesmişti. Birkaç saat sonra başka bir hastaneye sevk ettiler. Günler artık hastanenin yoğun bakım ünitesinde beklemekle geçiyordu. Ne de olsa Ali Bey’in ailesi, hastane köşelerinde ağlamaya, uykusuz, aç ve susuz bir şekilde günlerini sürdürmeye alışmıştı. Fakat babasız kalmaya nasıl alışacaklardı? Yoğun bakıma Ali Bey’in yanına giriyorlar, cevap vermesi umuduyla konuşuyorlar ve yine cevap alamadan çıkıyorlardı. Günden güne daha fazla erimeye başlamıştı Ali Bey, artık hemşireler mamayla besliyordu. Durumu gitgide kötüleşiyordu. Günler sonra o acı haber Orhan’ın telefonun çalmasıyla Ali Bey’in ailesine geldi. Hastanede olan aile koşarak yoğun bakım ünitesine indi, karşılaştıkları manzara ise Ali Bey’in yoğun bakımdan çıkartılarak morga götürülmesiydi. Meryem Hanım ve Orhan oldukları yere diz çöküp feryat ederek ağlıyordu. Elif ve Hayal ise sedyeyle morga götürülen babalarının arkasından koşturuyorlardı. Bir umut yaşıyordur, doktorların bir yanlışı vardır düşüncesiyle; morga götürülen babaları değildir umuduyla koşturuyorlardı. Fakat o beyaz örtüyü çekiştirdiklerinde gördükleri kişi Ali Bey’di. Kızlar feryatlı bir şekilde yere yığılmışlardı.
Etraftaki insanlar zavallı aileye destek olmaya çalışıyordu ama nafile, hiçbir konuşma teselli etmiyordu onları. Orhan kendini toparladı. Meryem Hanım’a ve kardeşlerine destek oldu, gerekli işlemleri yaptırdı. Ertesi gün Ali Bey’in defni için cenazeyi köye götürme kararı alındı. Morga inip son kez Ali Bey’i gördüler. Son kez elini öptüler, bir daha elini öpecek babaları olmayacaktı; son kez kokusunu en derinliklerine kadar çektiler, kimse babaları kadar güzel kokmayacaktı; son kez sarıldılar artık sarılacak babaları olmayacaktı ve son kez baba dediler bir daha baba diyecekleri kimse olmayacaktı. Zor güç morgdan çıktılar ve eve gittiler. Daha önce eve girmek hiç bu kadar zor olmamıştı. Babasız bir ev, ev sayılır mıydı? Gece boyunca uyumadılar, ağlamaktan bitap düşmüşlerdi. Yine sabah oldu Ali Bey’in ailesi için bir önemi yoktu artık, çünkü onların güneşi hiç doğmamak üzere batmıştı.
Hastaneye Ali Bey’i almak için yola çıktılar fakat nasıl almaydı ki bu? Esasen Ali Bey’i değil onun cansız bedenini almaya gidiyorlardı. Yine gerekli işlemler yapıldı, Ali Bey cenaze arabasına konuldu, defin için bu sefer de köyün yolunu tuttular. Ali Bey’in ailesi susuyor, gözyaşları ve hıçkırıkları konuşuyordu. Köye geldiklerinde Ali Bey için sela okunmaya başlandı. Aile ilk defa selanın kim için okunduğunu duymuştu. Çünkü hiç kimse sevdiği birini kaybetmediği sürece selada söylenen kişinin ismini anlayamazdı. Orhan güçlükle babasının cenaze namazını kıldı. Meryem Hanım artık kendinde değildi, akrabalarının desteğiyle ayakta durmaya çalışıyordu. Kızlar ise tabuta sarılmış ağlaşıyorlardı. Defin için kabristana geçildi. Orhan bir yandan gözyaşlarını siliyor, bir yandan babasının üzerine toprak atıyordu. Meryem Hanım kendi babasının mezarı başında ağlayarak:
-Baba, sana çocuklarımın babasını getirdim, diyordu.
Elif ve Hayal birbirlerine sarılmış, babalarının üzerine toprak atılışını seyrediyorlardı. İşte 70 senelik ömür böylelikle son bulmuştu. Günler daima güneşli geçemezdi ya elbet fırtınalı günler de olacaktı. Hayat kalanlara zordu. Ali Bey’in hikâyesinde de geride gözü yaşlı bir eş ve ne kadar büyük olursa olsunlar üç evlat kalmıştı. Canlarından bir parça kopmuş ve sonsuzluğa savrulmuştu. Kendilerine biçilen hayatta Ali Bey’in yokluğuyla sınanmak vardı…