00.00 – 00.00

Yazar

Efsun Kalkan

30. Sayı

Öyküler

“Fa' che ritorni il mio, amor com'ei pur fu. (Aşkı geri ver bana, eskiden olduğu gibi)”

Sarı ışığın altında oturuyor tüm gece. Bir cevizden masa önünde. Odanın sarı ışığında dolanan bir aptal sineğindi tek ses. Saat yok, yanda bir dolap muhtemelen bir yüzyıla yaklaşmış ömrü, belki de geçmiştir, büyükannesinden kalma… Ona da annesinden… Önünde bir dolma kalem ve sarı kâğıttan boş bir sayfa… Ancak ne yazmalı oraya? 

Bir hikâye yahut kalbinde iz bırakan bir yara…

Bilemez ne yazmalı ne anlatmalı bomboş satırlara… 

Geriye baktığında anıları çoktan yok olmuş, gitmiş, karışmış kayıplara. 

“Gibi” diye oynuyor uçuk pembe dudakları usulca. Derin bir nefes, burnunu yakıyor bu ve göğsünü şişirdiğinde sol yanına incecik bir iğne batırıyormuşçasına acı veriyor yavaşça. Sırtını dikleştiriyor, eli sol yanında acıyan yere gidiyor, parmak uçlarını acıyı dağıtmak istiyormuşçasına bastırıp daireler çiziyor. Kısa sürüyor, iğne ucu sızısı yok olup gidiyor ya da o gitti sanıyor. Burnunu çekiyor, huyu değil ama şimdi içten içe gözyaşları döken bir yanı kendini dışa atarcasına ona bunu yaptırıyor. 

“Kendimi anlatmazken, kendimden bahsetmezken ne iyiydim.” Sinirli ve biraz da alaycı sesi uzanıyor boş duvarlara, beyaz badana... Daha fazlası yok onun etrafında bir karyoladan başka. 

“Fakat her insanın vakti vardır yaşamda.” Şüphesiz korkuyor tekrardan bir acının peyda olmasından. Bu sebeple uzanıyor siyah kaleme şimdi. Avucumu yoksa tuttuğu mu daha soğuk emin olamıyor. Eğiliyor sayfaya, gözleri sanki bir şey okuyormuşçasına kayıyor; soldan sağa, sağdan sola, yukarıdan aşağıya. 

Sonunda bir keyif gülümsemesi, dişlerini çıkarıveriyor ortaya. Oysa az önce ağlayacaktı biri dokunsa. 

Sol köşeye varırken kalemin ucu tekli bir tırnak işareti açıyor, ufak bir içi dolu dokuzdur onun gözlerinde bu daima. Keyiflidir de bir yandan bunu yapmak, içine manasız bir heyecan doğuruverir her seferinde renk kâğıda dağılıp şekil aldığında. 

Mürekkep hızlıca kururken, açık pencerenin güneş görmekten sararmış, eskiden beyaz olan güneşliği esen rüzgâr ile içeriye doluyor, bir rüya huzmesi süzülüyor serin hava ile saçları arasına. O düşünüyor, ne yazmalı açılan tırnağın yanına? Olmayan saatin tik taklarını duyuyor zihninin içinde. Ah, nasıl da nefret eder o sesten, nasıl da içini gıdıklar; soğuk suya girmiş gibi hisseder sessizliğin ortasında yelkovan ile akrebin ayak sesleri kulaklarına dolduğunda. Öyle irkiliyor birden, bir an nefesi tekliyor. 

Elini aniden uzaklaştırıyor tek tırnak açılmış sayfadan. Ancak gözleri önüne kaydığında çoktan zamanını yitirmiş olduğunu görüyor. Sağına ve soluna bakınıyor. Sanki orada kendini izleyen biri varmışçasına telaşlı. 

Sanki birinin omzuna elini koyacağını hissediyor. Başını yeniden önüne çevirirken görüyor o siyah çizgiyi, sayfanın sol yanından ortalarına doğru boylu boyunca uzanmış bir çam yaprağı. Yaz gecesine kış getirmiş gibi, sanki bir ruh etrafında dolanmış, süzülerek ruhunu titretmiş. Ardından irkiliyor, çekiyor elini. Kalemin ucu ak yere tüm kiri ile yanaşmış, tereddüt etmemiş ve çizmiş, kirletmiş. 

O öylece keyfini kaçıran yere bakarken ikinci defa soğuk demekten hallice bir rüzgâr iniyor içeriye. Sağında kalan güneşlik yeniden şişerken gözleri ağır ağır kayıyor dışarıya, tüm cam sonuna kadar açık, şehirden ses yok, caddenin kimi lambası yanmaz, kimisi birkaç tanesinin görevini üstlenmeye çalışır halde. Yüksek bir binada değil ama alçak da denemez. Çatı katı değil fakat zemine de atlayamaz. Pencere önü mermerinde cam bir kül tablası içerisinde ölüleri ile beraber ıssız yolu izler durur. Son dal, yıpranmış sigara paketinden boynunu uzatmıştır çoktan. Çakmak ise gazı çoktan tükenmiş, kibritlere işini devretmiş bir emektar…

Kibritler... İşte onlar bir tuhaflar. Kimi neredeyse kül olup başı kopmuş halde tane tane sürünür mermer üzerinde. Kimisi hala sağ ama içine su girmiş, yaş eylemiş. Kimileri öylece yakılmış ve kısacık alevleri izlenmiş, kimisi bir ince dal tutuşturmuş ve kimisi de kırılıp atılmış. Kısaca kaç kutu kibrit insan zevkine kurban gitmiş belli olmaz. O pencere önü koca bir mezarlıktır adeta. 

Uzun uzadıya pencere önüne bakan bakışları sonunda bir kez daha dışarıya ulaştığında dolunayı net olarak görebiliyordu. Her zaman sevmişti, hele yakamoz görmeye öyle bir bayılırdı ki kimi gece yarıları sahilde tana kavuşurdu benliği. 

Nihayetinde hayali saatin sesleri kesilene ve sadece sinek ile geceye katılan cırcır böcekleri kalana kadar izledi dışarıyı. Düşünceleri aktı geçti. Son sakinliğe ermiş bir halde çam yaprağına döndü, kalemi aldı ve çift tırnağın yanına yazmaya başladı. Karar vermişti. Kendini izleyecek ve kendini yazacaktı ya da sadece kafası içindeki bin bir dünyayı dökerdi kıştan yaza ve yazdan tekrardan kar yağan aralık sonu ocak başına. 

Zihninde bir satır canlanıyordu şimdi işte o ilk satırıydı. Bir şarkıdan... 

“Fa' che ritorni il mio, amor com'ei pur fu. (Aşkı geri ver bana, eskiden olduğu gibi)”