Zamana Hükmetmek ve Mutluluk Hakkında

Yazar

Süveyda Güleç

22. Sayı

Denemeler

Yeni doğmuş bir bebeğin önünde yıllar vardır, yani sayısız turları Dünya’nın Güneş etrafındaki yörüngesinde döneceği. İlk kışı, baharı ve yazı… Geçen zamanı hatırlamaya başlayacağı yaşları, mavi önlüğü ve boynunda beslenme çantasıyla anne-babasının yanında fotoğrafı… İlk aşkları, kavgaları, kalp kırıklıkları hatta boyu boyuna denk bir elma ağacı vardır, tüm anılarını etrafında toplayacağı. Ve elbet yalnızlığı kalacaktır yanında en son. Zamana yenilmişlikleri olacaktır onun da. Çaresizlik içinde başkalarının kurduğu bir düzende kalıplara sığmak için okul sıralarında yıllarca dirsek çürüttükten sonra gözünü açtığı yirmili yaşlarının ortasında ne yapacağını bilmeden ve düzende yer bulamadan kendini aradığı yılları olacaktır. Bu nesil yaşamayı yarışmakla karıştıranların nesli, bunu en derininde duyacaktır.

Sanayi Devrimi’nden bu yana gelişen teknolojilerle birlikte hızlanan otomobillerin, trenlerin, uçakların “zaman kavramı” ve “takvimler” üzerinde keskin bir etkisi oldu. At sırtında aylarca süren yolculuklar sonucu varılan o yerlere şimdi birkaç saatte ulaşabiliyor, güvercinlerin ayağında haftalarca uçan mesajları saniyeler içinde dünyanın öbür ucuna iletebiliyoruz. Zamana hükmettiğimiz bir çağdayız. Peki ama bunca zaman ile ne yapıyoruz? Yıllarımızı verdiğimiz akademik kariyerlerin, diplomaların, ardı arkası kesilmeyen eğitimlerin günden güne sıradanlaşması ve hatta değerini kaybetmesi sorunu ile karşı karşıyayız. Gecesini gündüzüne katmış, sınavlarını başarıyla verip mezun olmuş bir üniversite öğrencisi bu verdiği emeklerin ve feda ettiği zamanın karşılığında ne alıyor? Başarı günümüzde çok daha büyük fedakârlıklar istiyor. Zamana köle olup hayatımızı çalışmaya adamaktan bahsediliyor.

Zamandan bağımsız yaşamaya çalıştığımızda ise ister istemez toplumdan soyutlanmış oluyoruz. Sistemin yani bu kurulu düzenin işlemesi için bir saniyelik gecikmenin dahi tolere edilmediği günümüzde saatlerimizi kurmayı reddettiğimiz an dışlanıyoruz. Trene binmek istiyorsak dakikaları okumamız gerektiğini, bu tutsaklıkla yaşamanın topluma dâhil olmak için ödenmesi gereken bir bedel olduğunu kabul ediyoruz. Irvin Yalom “Nietzsche Ağladığında” adlı romanında şöyle sorar: ‘‘Zaman hapishanesinden kaçmanın bir yolu yok muydu?’’ Bu hapishanenin esirleri, istemediği, sevmediği işlerde yıllarını kaybeden, kendinden geçercesine bitik hâlde uyuyup aynı günlere uyanan, kendini tanımaya vakit bulamayan ve bunun eksikliğini hissetmeyenlerdi. Zamanımızı yani toplamı hayatımıza denk gelecek her bir saniyemizi bu dünyanın dördüncü boyutuna hapsolmuşken ne kadar kolay harcadığımızın, sağa sola savurduğumuzun farkında değiliz.

Oscar Wilde’ın Dorian Gray'in Portresi’nde yazdığı şu cümlelere katılmamak elde değil: ‘‘En güzel günlerinizi sıkıcı şeyleri dinleyerek, kaybetmeye mahkûm olanı kurtarmaya çalışarak, kendinizi cahil, kaba, adi insanlara adayarak heba etmeyin. Bunlar çağımızın hastalıklı amaçları, yanlış idealleri. Hayatınızı yaşayın! İçinizdeki o muhteşem yaşama sevincini açığa çıkarın!’’

Kendimizi tanımaktan bahsetmiştik, neyin bize göre olmadığını öğrenmek, yaşayacağımız yılları neler yaparak ve nasıl harcamak istediğimiz üzerine düşünmek, kendimizi anlamaya çalışmak ve hatta anlamak istemediğimizde benliğimize zaman tanımaktır bize gereken. Bizim olandan bunca kolay vazgeçmemeli olduğumuzun farkına varmalıyız. Zaman, geçmişten bugüne ve geleceğe ardışık olarak meydana gelen olayların devam eden dizisiyse eğer geçmişimizle barışıp, geleceği kucaklayıp, bugünümüzü hakkını vererek dolu dolu yaşayalım.