“Bir insan, New York’u gördüğü an ona ait olur, orada beş dakikasını veya beş yılını geçirmiş olması fark etmeksizin.” -Thomas Wolfe
Yazara tüm kalbimle katıldığımı belirterek yazıma başlamak isterim. Bu şehirde geçirdiğiniz beş dakikadan sonra siz artık hem siz hem New York’sunuzdur. Ondan ayrılamazsınız. Şehrin ruhu, gözleriniz ilk buluştuğu an içinize işler. Sizle bütünleşir. Hatta sizi ele geçirir. Farkında olmazsınız. Şehrin tüm kalabalığı, kiri, pası, kokusu, yorgunluğu, yoğunluğu, uykusuz geceleri, büyülü günleri, sevdikleri, sevenleri artık sizindir. Siz bu büyüye kapılır gidersiniz. Beş dakika veya beş yıl fark etmez. Gözlerinizden New York okunur. Bilmezsiniz.
Bu şehrin romanlara konu olması, filmlere ilham olması tesadüf değil. Henüz aradığınızı bile bilmediğiniz her şeyi bulabileceğiniz belki de tek şehir, New York. Queensboro Köprüsü altında oturmuş, bir Woody Allen filminde başkarakter olmuşsunuzdur. Onun aşkına şahitlik eden sokaklarda yürümek, hiç bilinmeyen ve anlatılmayan binlerce hikâyenin aynı anda tam burada gerçekleştiğini bilmek sizi tüm hücrelerinizden vuran ve size yaşadığınızı hissettiren bir deneyimdir. Şehrin üç tarafını kaplayan nehirlere çıkan sokakları uzanır, doğudan batıya. Kuzeyden güneye caddeleri büyür de büyür.
Şehir; Manhattan, Brooklyn, Queens, Bronx ve Staten Island olarak beş büyük bölüme ayrılıyor. Manhattan’ın ortasında yer alan ve yukarı doğu yakası ile yukarı batı yakasını birbirinden ayıran Central Park, şehirdeki en büyük beşinci park olmasına rağmen turistlerden en çok ilgiyi görüyor. Her yıl ortalama 42 milyon kişi tarafından tarihî ve ikonik yerleri ziyaret edilmekte. Sonbaharda yaprakların turuncudan kırmızıya döndüğü, hafif yağmurların ağaçları ıslattığı, turist akının nispeten azaldığı aylarda parkta yürürken, koşarken, oturup bir bankta kitabınızı okurken dünyada sizden başka kimse yokmuşçasına ve tüm bu doğa sizin bir parçanız, sizden bir parçaymışçasına gelir. Parkın şehrin sesini kıstığı, kalabalığını unutturduğu doğrudur.
Spring Sokağı'nın köşesinde metrodan inersiniz. Yaz sıcağı, gün ortasında içinize işler. Yoğun bir nem havada. Şimdi Soho’dasınız. Arnavut kaldırımlı yollarda ilerlemektesiniz. Dış cepheleri dökme demirden yapılmış rengârenk binaların ortasında durmaktasınız. Bu mimari cennetin tadını çıkarmaktasınız. Güneş vurdukça ince demirden yangın merdivenlerinin gölgesi duvarlarda dans etmekte. En lüks restoranları, en ünlü markaları bu semtte bulabilirsiniz.
Güneye yürümeye devam ettiğinizde Grand Sokağı sizi Little Italy’e getiriverir. Burası; kırmızıya boyalı evlerin, sokaklara taşan kafelerin, taze sebze-meyve satan manavların, küçük lokal barların, Akdeniz esintisinin, İtalyancanın mahallesidir. Az ileride Al Pacino esnafı selamladığı o meşhur yürüyüşünü yapmakta. Godfather’ın çekildiği sokaklarda yürüyorsunuz ve düşünüyorsunuz, bu sokakların şahit olduklarını.
Sinatra’nın, “Henüz uyumamış bir şehirde uyanmak istiyorum.” dediği yerde, binlerce insanın bu şarkıya eşlik ederken şehrin şarkıdan ve şarkının şehirden ayrı olmadığını anlamaktayız. Büyük sanatçı, insanlara dünyada eşi benzeri olmayan bu şehrin, kendine çeken, merak uyandıran cazibesini anlattı şarkılarında yıllarca.
Yazımı burada bitirirken şehrin bu yazıda değinemediğim birçok köşesi olduğunu ve gelecek “Gezgin” yazılarımda onlara değinmeye çalışacağımı belirtmek isterim.